Patrick Modiano akıllı olsun
Bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü’nün kazananı açıklandığında ilk tepkim şu oldu: “Patrick Modiano akıllı olsun.” Öyle ya, adaylar arasında Milan Kundera’lar, Salman Rushdie’ler, Umberto Eco’lar varken (Tabii bahsettiğim yazarlar, kendi favorilerim. Dileyenler Philip Roth, Haruki Murakami, Ngugi wa Thiong’o, Peter Handke, Nuruddin Farah, Margaret Atwood, Amos Oz, Paul Muldoon, ve Adonis içinden favorisini belirleyebilir) Modiano ne kadar doğru bir seçim olabilirdi ki.
İkinci tepkimse kendimeydi: (Adını anmadan geçiyorum) Hrank Dink cinayetinin azmettiricisinin Orhan Pamuk için kullandığı tehdit cümlesiyle bir yazarın adını ikinci kez yan yana kullanmak hiç hoş değildi. Kendime kızdım. Ama burası Türkiye’ydi işte. Tabir caizse aydın harcamak ya da aydınlara ayar çekmek ata sporumuzdu. Toplumsal bilinçaltımız bu insanların zırvalarıyla doldurulmuş bir çöplük gibiydi ve işte Nobel deyince aklımıza ilk olarak bu türden zırvalar geliyordu.
Halbuki, Modiano daha Nobel almadan dört yıl önce K dergisinde kendisiyle ilgili bir yazı kaleme almıştım.
Hatta K dergi editörü Rengin Soysal yazmam için bana Modiano’yu önerdiğinde, ben kendi arayışlarım sonucu yazarın “Bir Sirk Geçiyor” (Varlık Yayınları) adlı kitabını okumuş ve dikkate değer bulmuştum. Ardından, o günkü yazım için “Kötü Bir İlkbahar” ve “En Uzağından Unutuşun” (Her iki kitap da Can Yayınları baskısı) adlı kitaplarını da okuyarak yazarı daha iyi değerlendirme fırsatı buldum.
Nobel jürisi, Patrick Modiano’yu modern bir Proust olarak niteliyor. Modiano’nun kurgularını zaman, bellek, geçmişe yolculuk, anılar, koku hafızası, tatlar gibi başlıklar altında değerlendirirsek bu yoruma katılabiliriz. Zira Modiano, tıpkı Proust gibi kayıp zamanın peşinde koşuyor ve neredeyse eserlerinin tamamında çocukluk yıllarını anlatıyor. Sürekli oralarda dolaşmasında bir bityeniği aramadan edemiyor insan ve biyografisine göz gezdirdiğinizde nedenlerini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Geride mutsuz bir çocukluk var ve bu mutsuzluğun kökenleri Almanlar’ın Fransa’yı işgal ettiği yıllara dayanıyor.
Modiano’nun babası İtalyan asıllı bir Yahudi. Annesiyle Belçikalı bir tiyatro oyuncusu. Çift, işgalin yaşandığı 1940’lı yılların ilk yarısında tanışıp evleniyor. Modiano’nun babası sürekli Naziler’den kaçmak zorunda kalıyor ve bir süre sonra ailesini terk ediyor. Geride iki çocuk bırakarak. Modiano’yu o yıllarda en çok üzen olay, on yaşındaki kardeşinin bir hastalık sonucu ölmesi. Yazarın birçok kitabını kardeşine adamasının nedeni bu.
İzlekler Proust’unkilerle kıyaslansa da, dilini kıyaslamak mümkün değil. Zira anlatısını çok kısa cümlelerle kuruyor Modiano. Belki de en önemli özelliği yalınlığı, usul usulluğu. Sinematografik bir dili var. Neredeyse her cümlesi bir sahne canlandırıyor okurun gözünde. Anlatısını görsel olarak kurarken anlamı okura bırakıyor. Bu yönüyle bir romancıdan çok bir öykücüyü çağrıştırıyor.
Bu şekilde yazmasında, romanlar yazmak dışında, senaryolar yazmasının etkisi büyük. Sinemayla çok genç yaşlarda tanışıyor Modiano. Zira gençliğindeki ev arkadaşı bir yönetmen. O dönem, birçok yönetmenle tanışma fırsatı buluyor ve ilerleyen yıllarda aynı projelerin içinde birlikte yer alıyorlar. Filmlerin konusu, tabii ki II. Dünya Savaşı yıllarındaki Fransa.
Modiano’nun adı her ne kadar II. Dünya Savaşı’yla yan yana anılsa da eserlerinde ne savaş var, ne Yahudi soykırımı, ne de savaş sırasındaki Fransa hükümetinin aczi. Hatta iddia edebilirim ki, Modiano hakkında önbilgi edinmeden eserlerini okuyanlar, bu konudaki göndermeleri, cılızlığı sebebiyle fark etmeyebilir ya da önemsemeden geçebilirler.
Zaman, bellek, geçmişe yolculuk ve anılar izlek olarak seçilince Modiano’nun bir özelliği daha çıkıyor ortaya. Onun için Paris’in belleği diyebiliriz. Yazar Paris’in sokaklarını, meydanlarını, parklarını, otellerini, kafelerini isim isim biliyor. Hem geçmiştekileri, hem şimdikileri. Eserlerindeki karakterler (Ki anlatıcı aslında kendisi) hemen bulundukları şehrin bir haritasını ediniyor ve ders çalışır gibi bu haritalara çalışıyor.
Hani yalın ve usul usul bir yazar demiştim ya, edebiyat dünyasındaki şöhreti de öyle Modiano’nun. Daha çok kendi ülkesinde tanınıyor. Yayımcılık dünyasının kıblesi diyebileceğimiz Amerika Birleşik Devletleri’nde bile pek tanınmıyor. 1978 yılında Goncourt Ödülü’nü alan eseri bile sadece 2425 kopya satabilmiş o dönem. Ülkemizdeki hali, ya da tanınırlığı diyelim, tam tahmin ettiğiniz gibi Amerika’dan da kötü. Can Yayınları verilerine göre kitapların 1998’de yapılan baskıları sadece 1500 adet satılabilmiş. Ama satış rakamları hiç önemli değil Modiano için. O, popülerliğe gönül indirmeden yıllarca kendi bildiği doğrultuda yazmaya devam etmiş ve şimdi, bunun semeresini alıyor.
Siz de yaşamının zaman içine yayılmış parçalarını bir araya getirerek kendine anlamlı gelen bir dünya kurmaya çalışan naiflerdenseniz, Patrick Modiano’yu okuyun derim.
YORUMLAR