Ayrılık Güncesi: Toza sor, sana ölümü anlatsın
Sonunda ikimiz için de ölüm vardı. O yüzden bitmemeliydi. Sürekli nöbet değiştiriyorduk. Onun bıraktığı yerden ben devralıyordum, benim bıraktığım yerden o. Dayanılır gibi değildi. İkimizden biri, bulduğu ilk anda karaya vuruyordu kendini. Sular, o ilk zamanlardaki gibi berrak mavi değildi artık. Suyun altında öpüşerek birbirimize hayat verdiğimiz zamanlar gerilerde kalmıştı. Diğeri, bütün güçsüzlüğüne rağmen, karaya vuranı yaşatmaya çalışıyordu. Bazen kendinden beklenmeyecek kadar büyük bir canlılık göstererek. İkimiz de biliyorduk ki birimiz ölürse diğeri de ölür. Sonra yine derin ve bulanık ve karanlık sular…
Ben bu noktaya nasıl geldiğimizi hiçbir zaman anlayamadım. Tıpkı insanın kendisinin yaşlandığını anlayamaması gibi bir şeydi. Bir gün aynaya bir bakardın, o ışıltı gitmiş, yerini alnındaki ve göz kenarlarındaki kırışıklıklar almış.
Yirmilerinde yemiştim ilk kurşunu. Daha kalbime değdiği ilk anda müthiş bir acı sarmıştı her yanımı. Mutluluk veren bir acı. Garip olan şuydu ki, o gün yediğim kurşun, bugün otuzlarımın sonunda öldürüyordu beni. Demek ki acı eskidikçe ölmeye yüz tutuyordu insanlar. Demek ki ölüm bir an değil bir süreçti. Demek ki bir gün aynaya bir bakacaktım ve aslında yıllar önce öldüğümü fark edecektim.
Aslında aynaya bakmama da gerek yoktu. Karşımda o vardı. Kendi ölümümü onun gözlerinde görüyordum. Tıpkı onun da ölümünü benim gözlerimde görmesi gibi. Öyleyse ne gerek vardı birbirimizin gözlerinin içine bakmaya?
Defalarca denedik. Ama her seferinde ölüm korkusu ağır bastı. Birbirimizi sevdiğimizden bile şüphe duyduk. Yaşama tutkusu, bizi birbirimize düşman kıldığı halde, kimse kimseye ben artık yokum diyemiyordu. Kendimizi hem kendimize hem de karşımızdakine karşı suçlu hissediyorduk. İkimizden biri, ikimiz adına bu sorumluluğu almalıydı. Ama ya ölümü kim göze alacaktı?
Kimse alamadı. Mademki artık yalnız yaşamanın olanağı yoktu, o halde daha da sıkı sarılacaktık birbirimize. Sarıldık. Güneşin altında kuruyan bedenlerimiz birbirine kaynadı. Sarardık. Sarardık. Sarardık. Artık yeni bir sürgün vermek imkânsızdı. Hayat, kurumuş bedenlerimiz üzerinden ürpererek geçiyordu. Hayat, bizden korkuyordu. Ona son kez ortak bedenimizden elimizi uzattığımızda, kolumuzun ufalanıp döküldüğünü gördük. Bu bir başlangıçtı.
Tek vücut olunca zaman kavramımızı yitirdik. Ne kadar zamandır birbirimize böyle sarılıp yattığımızı bilmiyorduk. Ama insan ömründen uzun zamanlar geçtiğini seziyorduk. Yüz yıl. Belki bin. Belki bin yıllar. Anladık ki beden için söz konusuydu zaman. Düşünce için değil. Bedenimizin son parçası da toza dönüştüğünde, zamanın içinde savrulan küçük tanecikler olmuştuk artık. Her yerdeydik. Hayatın uzanamadığımız bütün köşeleri bizimle doluydu. Sevinmeli miydik? Belki. Çünkü ölmemiştik. Peki ya hayat? Bizim ölü taneciklerimizle kaplıydı artık her yanı. Ölen hayattı, biz değil.
YORUMLAR