Bugünlerde dışarıda, iş yerinde, kime baksanız, kime ilişseniz de halini hatrını sorsanız duyduğunuz tek bir cümle var; “Çok yoğunum ya bu aralar. İş, güç, koşturmaca. Kafamızı kaşıyacak zamanımız yok, ne olsun…”


Üstelik de ciddiyetle söyleniyor bunlar. Gerçekten öyleler. Çünkü ses tonundaki yorgunluğu hatta bezginliği algılayamamak imkansız. O koşuşturmanın yoğunluğunu, akşam eve gittiğinde dahi dinlemediğini ve bundan da hiç mutlu olmadığını anlayabilirsiniz.


Bunu yaşayan yalnızca yetişkin tayfa da değil üstelik. Bir baksanız, çocukların eğitim hayatları o kadar yoğun, okullar o kadar uzun saatli ve üstelik ebeveynler de o kadar çok talepkar ki… Piyano kursuna gitsin, yüzmeye gitsin, jimnastik de yapsın, hafta sonu etütte derslerini yapsın, ek ders alsın, özel ders alsın… Çocukların bir arkadaşla bir araya gelip oyun oynamaya zamanları yok. Çocuk yahu!


Korkunç derecede yıkıcı olan bu meşguliyet çok erken yaşlara bile inmiş, gördüğünüz üzere.


Peki bu hale nasıl geldik? Hepimiz, herkes aynı durumda… Bunu kendimize nasıl yapıyoruz? Kendimizi geçtim, çocuklarımıza nasıl yapıyoruz bunu? Nasıl unuttuk kendimize olan asli görevlerimizi, çocuklarımıza vermemiz gerekenleri de onları durmaksızın bir şeyler üretmeye mecbur makineler haline getirdik?


Bir zamanlar çocuklar çamur içinde oynarlar, kirlenirlerdi… Şimdi ise ebeveynler çocukların programlarını o kadar çok yoğunlaştırıyorlar, her anlarına öğrenmek ve stresle bezeli bir etkinlik serpiştiriyorlar. Çocuklar meşguller, aynı bizler gibi.


Bu dünya nasıl yaratıldı? İnsanların birbiriyle konuşmadığı, akıllarından, ruhlarından, kalplerinden geçeni kimselerin bilmediği, sormadığı, en ufacık bir boşluğun bile hemen dolması gerektiği… Bu dünyayı gerçekten insanlar mı yarattılar?


Sürekli “meşgul” olma hastalığı (gelin buna hastalık diyelim biz,) hem ruh, hem de genel sağlık için yıkıcı etkilere sahip. Aileyle bir arada olmak, onlarla kaliteli ve düzgün vakit geçirebilmek gibi güzellikleri elimizden alıyor, özlemini duyduğumuz her şeyin uzağında kalmamızı ve onların bir parçası olamamamızı sağlıyor.


1950’lerde hayatımızı kolay, hızlı ve basit hale getireceğini umut ettiğimiz teknolojik gelişmeler yaşanmasını bekledik. Belki gerçekleşti de. Teknolojinin de, şartların da geldiği bu günlerde, hayatımız daha kolaylaştı mı bilemeyiz belki ancak, on yıl önce sahip olduğumuz boş zaman, artık yok.


Bazılarımız için mesela, ofisle ev arasındaki mesafe kapandı. Çünkü işler akıllı telefonlarla da pekala yapılabiliyor. Hep bilgisayardayız ya da telefondayız. Her an… Ne zaman dilersek o zaman tekrar çevrimiçi ve işimizin başındayız. Böyle çalışan kimselerin çünkü, e-postalardan oluşan bir dağları mevcut. Eğer birkaç saat bile kontrol etmezlerse, o dağların altında kalıp can vermeleri mümkün. Gelen her e-posta da mühim üstelik. Ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, ister planlama yapın, ister akşamları cevap vermeyeceğinize dair sözler verin… Ne yaparsanız yapın. İnsanlar cevaplar bekleyecekler ve siz vermezseniz mutlaka acil bir işleri hallolamayacak. Sırf yarına daha rahat etmek ve daha az iş yapmak için akşam o bilgisayarı açıp o postalara cevap veriyorsunuz değil mi? Biz de öyle tahmin etmiştik!


Zaten evde iki ebeveynin de çalışması şart oldu. Nerede o sadece tek bireyi çalışan ve evi rahat rahat geçindirebilen çekirdek aile modeli? Öleli çok oldu. Artık herkes iş hayatında. Çocuklar her daim kurslarda. Babalar sabah akşam mail cevaplamanın peşinde, anneler hem evi hem işi aynı anda idare etme zorunluluğundan dolayı sürekli yorgun ve mutsuzlar… Herkes meşgul…


Ama bu böyle olmak zorunda değil.


Bilirsiniz ki bizim kültürümüzde, hal hatır sormak vardır. Ancak diğer kültürlerde “hal” kelimesinin karşılığı olan bir kelime ve bunu sorguladıkları bir durum yok. Peki biz hal sorarken aslında neyi soruyoruz? “Şu anda kalbin ne söylüyor, için ne söylüyor?”


Kimse kimseye yapılacak işler listesini sormuyor aslında, gelen kutusunda kaç posta olduğunu da. Bizim kültürümüz gereği, “hal hatır” etmemiz aslında başka bir mananın işi. Kalbimizin o anda anlatmak istediği şeyi sorguluyoruz. Siz de birine hal hatır sorduğunuzda bunu sorgulayın, o kişi o an mutlu mu, kalbi acıyor mu, üzgün mü, insani bir dokunuşa ihtiyacı var mı… Kendi kalbinize de bir sorun, kendi ruhunuzun ihtiyaçlarını da gözlemleyin. İşlerinizden ve yetişecek şeylerden önce kalbinizin bir şeylere ihtiyacı var mı…


Unutmayın ki insan bir makine gibi sürekli bir şeyler yapmaya ve bir şeyler yetiştirmeye programlı değil. İnsanlarla kalbinizi paylaşın, içinizi açın. Konuştuğunuz zamanlarda iki insan olarak birbirinize iyi gelmeye ve hafifletmeye özen gösterin.


Meşguliyetlerin asla bitmeyeceği, işlerin asla yetişmeyeceği, her yeni günün başka bir strese neden olacağını bile isteye yaşadığımız şu dünyada, birine “hal” hatır sorduğunuzda bekleyin ki “Çok meşgulüm!” desin. Meşguliyetlerinin sebeplerini sormayın, sizde de var zaten onlardan ve zaten biliyoruz neler olduğunu. Yetişecek işler, çocuğun kursu, haftasonuna bile sarkan işler… Ona; “Biliyorum meşgul olduğunu, hepimiz öyleyiz, ama boşver şimdi bunu, kalbin nasıl, için nasıl, şu an ne haldedir, halin nasıl?” diye sorun. Belki de kalbinden geçen ama anlatmadığı bir şeyle karşı karşıya kalacaksınız. Belki de kimse sormuyordur, çünkü herkes çok meşguldür, olamaz mı?


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Önce kendini yetiştirmiş anne kendi masal dünyasını çocuğuna yaşatmak için elinden geleni yapan bir anne tebrik ederim
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.