Sana neden, hangi düşünceyle, kimin uydurmasıyla Armut Zeynep derdik inan hiç hatırlamıyorum. Orta birde sınıfta kalmıştın matematik dersinden Zeynep, biz bir ileriye giderken sen olduğun yerde saymış ve bizden geriye düşmüştün o sene. Ama o duraklamanın dışında her bir şeyin inadına tam yol ileri demişti sanki Zeynep. Biz fındık kurdu kadarken sen büyümüş, serpilmiştin, bacak boyun uzamış fakat etek boyun zıttına kısalmış, her kız beyaz külotlu çorap giyerken senin süt beyaz bacaklarını dizlerine kadar gelen siyah çoraplar sarıp sarmalamış, göğüslerinde iki baştan sanki limon çiçekleri açmışta çıkmak istercesine, çözmüştü isyan eden gömleğinin o üstten iki düğmesini... Diğer akranların okulun bahçesinde ip atlayıp, simit ayran yerken, şimdiden okul çıkışında müptelaların sıralanmaya başlamıştı senin için her köşe başında, kiminin elinde sallayıp durduğu kelebeği, kiminin parmaklarının arasında dumanı tüten sigara... Cingöz İsmail, Çingene Recep, okulun karşısındaki kuruyemişçinin oğlu Tekin... Hepsine mavi boncuk verir, hepsine tattırırdın yeni gücünü ve keşfini cömertçe öğlen aralarında, okul çıkışlarında, tören provalarında…


Limanda kuytu köşelerde başlamıştın ilk öpüşmelere ve ilk sigarana. Biz topun peşinde kan ter içinde koşarken sen peşinde koştururdun it gibi korktuğumuz lise terk serserileri, askerden yeni gelmiş abileri, kuruyemişçiyi, bakkalı, manavı, kasabı... Ama nedendir bilmem hep uğraşırdın benimle, kantinde simit ayran sırasında bekleşirken laf atardın, okul çıkışı ara sıra yanımda biterdin, ben senden kaçmaya çalıştıkça ufak bir çocuk gibi sen daha çok işvelenirdin bana o yaşta olgun ve kendinden emin şuh bir kadın mizacıyla... Sekizinci sınıftaydım, mayıs ayına gelmiştik, havalar iyice ısınmış, bıyıklarımız yeni yeni terlemişti, gazete bayiine gidip bulvar gazetesi alabilen, tıraş olabilecek kadar sakalları çıkan, kızlar önümüzden geçerken bir şişe suyu en iyisinin üzerine fırlatıp, o uçuk sarı gömleğin ardındaki çıkıntıları bize gösterebilen, en adam gibi adam olmuştu o zamanlar. Sen iyice güzelleşmiştin ve iyice uzaklaşmıştın biz hobbitlerden, ara sıra yanıma gelip bana takıldığında o gömleğinin içine giydiğin rengarenk sütyenler filmlerde kanal değişmeden önce gördüklerim kadar gerçekti ama içindekileri hâlâ canlı olarak görmemiştim, o umarsız sırnaşmaların ergen bünyemde nasıl volkanik kabarmalara sebepti bir bilsen...


Çok aktiftim, çok çeviktim ve çok başarılıydım o yaşlarda, sınıf takımının kaptanı, sınıf başkanı ve her sene ilk üç dereceden birinin sahibiydim. Sen ve senin gibiler hayatıma girmeden önce gerçekten hırslı bir çocuktum aslında, tek amacım güzel bir lise kazanmaktı, neye yarayacağını bilecek kadar erişkin olmasam da kafama kazınmıştı bu fikir... Ta ki bir akşam okul çıkışı arkamdan gelip koluma girene kadar sen. İlk defa bunu yapmıştın, ilk defa bu kadar yakınımdaydın, tütünle karışmış vanilya kokun her nefeste beni cehenneminin en derin kuyularına uçuruyordu hiç aşina olmadığım bir zevkle, minicik eteğin tatlı esen poyrazla birlikte ince ince dalgalanıyordu, her zamanki gibi gömleğinin baştan bir kaç düğmesi açılmış, kravatın çoktan güzel boynundan akıp çantana gitmiş, kırmızı dantelli sütyenin gözlerime flaşör gibi çakıp çakıp durmuştu. "İşin var mı" dedin "biraz gezelim seninle"... Birkaç kelime bile edemedim sadece gülümsedim ve senin kollarında uçarak sahile, kayalıkların bütün dünyadan ve diğer gezegenlerden özerk cumhuriyetine adımladım ayaklarımın yere değdiğini bile anımsayamadan. Yan yana oturduk kayalıklarda ve durgun denizi izledik bir süre, bende sessizlik hakimdi, dudaklarımda engel olmadığım bir tebessüm ve sana bakmaya cesareti olmayan, ufka kilitlenmiş bir çift gözle... Mayıs sonu gelmiş, pırıl pırıl, sıcacık bir havayla bütünleşmişti güzel kasabanın özerk sahili, bir tek şahidimiz martılar ve sudaki balıklar, kayalıkların kraliçesini ve onun yeni kölesini süzüyordu irdeleyen gözlerle. Bu kayalıklara balık tutmaya gelirdim, şimdi ise Zeynebin yemi olmuş, oltasındaki boş kancaya zevkle atlamıştım, martılar üzülürken balıklar bayram ediyordu halime... "Eeee" dedin çapkın bir gülümsemeyle, "ne yapsak şimdi, sıkıldım ama ben". Bu soru bile yetmişti yüzümün kızarıp tel tel bıyıklarımın arasında boncuk boncuk terlerin doluşmasına. Diğerlerinin ne yaptığını tahmin edebiliyordum, hatta biliyordum, ara ara cesaretimiz yettiği, canımıza tak ettiğinde birkaç arkadaş gizliden peşinden gider sen kayalıklarda şovunu yaparken en kör noktalarda, uçurum dibinde, çalıların altında nefes bile almadan, izlerdik seni. Şimdi sahne sırası bendeydi, kuytu köşe bir yerden beni de izliyorlar mıydı ki ? Ahh keşke izleselerdi diye geçmişti aklımdan, Armut Zeynep'in karşı konulmaz rüzgârına kapılmıştım bir kere, sararmış dişlerine sigara kokan ağzına aldırış etmeden dudaklarımı uzatıyor senin yaptıklarını kendi dudaklarımla taklit etmeye çalışıyordum gözlerimi istesem de bir türlü açamadan. Sanki bir filmin içindeydim, ellerim o ana kadar merak ettiğim her yerde geziniyordu, vizesiz, pasaportsuz, senin aklımızı başımızdan alan verimli arazilerinde… Güneş turuncuya çalan kırmızısıyla denizin üzerini boyayana kadar sürdü bu hipnoz hali, her dokunuşunda sırtım daha bir sertleşiyor her öpüşünde bakışlarım biraz daha çocukluktan çıkıp erkekliğe evriliyordu sanki.


Tabii yine de çocuktum ve akşam ezanıyla eve gitmezsem sanki bir daha gidemeyecek gibi hissediyordum kendimi. Kayalıklardan kalkarken numaranı yazdın elime, ev telefonundu verdiğin, o zamanlar cep telefonu bize ulaşmamıştı. Yollarımız ayrılırken gözlerinin içine üzüntü ve hasret ile bakıp son bir acemi öpücük kondurduktan sonra uğurladım seni, arkamı dönüp eve doğru adımlarken ilk defa tanıştığım o his kapladı bütün benliğimi ve bedenimi, sanki omuzlarım normalimin iki-üç katı daha da genişlemiş, göğsüm kabarmış, her yanımdan alevler fışkırıyor gibiydi. O gün muzaffer bir kumandandım ve mahallede top oynayan arkadaşlarım gözümde ufak veletlerdi sadece, yanlarından kibirle geçerken keşke kayalıklarda beni görselerdi diye içimden geçirdim yine... Evet ben erkek olmuştum o akşam, daha doğrusu olma yolunda büyük bir adım attığımı sanmıştım, ilk defa senin dudaklarında dövülmüştü kor ateş haline gelmiş kılıcım ve ilk suyu yine sen vermiş ve şekillendirmiştin kendi yönteminle. Sana aşık değildim ama sanki senin için ölebilirdim, bütün gece sabahı bekledi gözlerim, bitmeyen enerjim sabah olana kadar sana yapacaklarımı hayal etmem için uyanık tuttu beni, evet yarın bugünden daha güzel bir gün olacaktı, akranlarım papaz eriği çalmanın peşindeyken, ben, bu güzel kasabanın alamut kalesi kadar özerk sahilinde, oyukların arasındaki gözlerden uzak ama yalancı cennette seni kendime aşık edecektim bütün gece kurduğum cümlelerimle ve artık öğrendiğime inandığım dayanılmaz öpüşlerimle…


Ertesi gün, sabahın köründe seni kuruyemişçi dükkanında, kuruyemişlerin olduğu büyük camlı camekanın arkasında Tekin'le fingirdeşirken gördüm. Bana dün hiç yaşanmamış gibi bakıyordun, bende öyle olması gerektiğini kabullenmiştim bir anda, kuruyemişçinin oğlunun insan irisi cüssesi ve kırçıl sakallarıyla bana doğru keskin bir bakış atmasıyla beraber. Bir günlük cennetin ardından uzun bir cehennem sürgünü başlamıştı o sahneyle birlikte benim zavallı ergen ruhumda... Ben hiç yokmuşum gibi davranıyordun, bazen arkadaşlarını eğlendirmek için yanına çağırıp bana ne kadar aşıksın hadi izin veriyorum öp beni diye dudaklarını uzatıyor sonra da hadi yeter şimdi kaybol diye sigaranı suratıma üfleyip beni postalıyordun. Her akşam bisikletimle 4. kattaki evinin önünden defalarca geçer balkona çıktın mı diye bakardım, bazen telefonu açar numaranı çevirir sesini duyup konuşamaz kapardım.... Yeniden, gerçekten sevene kadar sürmüştü bana işkencelerin, o ızdırap aylarında artık ne oturup masama ders çalışabildim, ne eskisi gibi papaz eriklerine dalmaktan, balık tutmaktan, patates kızartmasından, atari oynamaktan zevk alabildim. Sonra zamanla uçtun gittin ilk göz ağrım sinemden unutmayı da öğrettin bir şekilde sen bana utanmayı da. Birkaç yıl önce bizimkileri ziyaret etmek için kasabaya gittiğimde karşılaştım seninle semt pazarında. Biri elinde biri karnında biri çocuk arabasındaydı mahsüllerinin. Göz göze geldiğimizde vücudun adeta deniz ortasında her dalgada sallanan bir şamandıraya dönmüş, dişlerin yılların verdiği tiryakilik ve umarsızlıkla minesinin kaybedecek kadar sararmış, üç çocuğun dayanılmaz istekleri, zırıltıları, boku püsürü karşısında feri sönmüş o fettan gözlerin pazardaki en ucuz domatesi arar olmuştu. Bense hala bekardım Zeynep, cebimdeki param, üzerimdeki kıyafet, gözlerimde beliren yaşanmışlıklara seni öyle görünce, bildiğin filinta gibi durmuştum o an senin karşında. Sen de çok şaşırdın benim gibi, ilk şoku atlatınca önce gülümsemeyi denedin, beceremedin, belki de artık üzerinde çok yorgun ve çirkin durduğu içindi, ama ben gülümsedim, adımların bana doğru ilerlerken, o eski fettan bakışlarını tekrar alevlemeye çalıştın ruhunda, dip boyası gelmiş altı kumral üstü cırtlak sarı saçlarını savurmaya çalıştın eskisi gibi yaptığın o hareketle ama, o sırada önce arabadaki feryadı koydu, sonra elindeki pamuk şekerciye baka baka sümüklerini çeke çeke ağlamaya başladı, gerçekler çocuksu çığlıklarla üzerini kapatıyordu sanki bu pazar yerinde, aramızdaki tarihin. Usulca geçip gittim yanından tek bir kelime bile etmeden... Yıllar, dışarıdan bakınca sanki hiç adil davranmamış gibiydi birimize, fakat hayatın görünmez terazisi ve zamanın keskin kılıcı bu hikayede hatasız çalışmış, er ya da geç her profesyonel katil gibi işini temiz ve sessizce halletmişti...



Aynadaki




Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.