Marketten eve dönerken, 8 yaşındaki oğlum ile aramda, yalnızca baş başayken, arabada ya da gece yatakta yaptığımız nadir sohbetlerden biri gerçekleşti. Havadan sudan birkaç sohbet konusundan sonra, en iyi sözcüklerimizi tiyatro hayallerine bırakmıştık.


“Anne, sence hiç mikrofon takabilecek miyim?” diye sordu, kısık ve hala küçük bir erkek çocuğuna ait sesi ile... Yakında bir tiyatro oyunu oynayacak ve başrollerden birini almak istiyor – sesinin duyulduğu rollerden birini.


“Bence ana karakter olmak için gereken her şeye sahipsin” diye cevap verdim. “Ama bekleyip görmemiz gerekiyor. Başka eğlenceli roller de var, değil mi? Hem sen zaten sadece sahnede olmayı bile seviyorsun?”


Hafif bir gülümseme; dudaklarını ve gözlerini kaldırırken, dikiz aynasından bir bakış attım ona. Ona söylemediğim şey ise, bunu çoktan başarmış olduğuydu. Başrolü zaten kapmıştı; ilk sandalyeyi ya da tüm sporlarda kaptan olmayı da başarmıştı, bütün başrollerde onundu, hayatta kalarak yapmıştı bunu.


Hamileliğin 28. haftasında, kalp atışları hızla düşmeye başladı; ağlamaya bile hali olmayan 840 gr ağırlığındaki bebeğim, doğumla birlikte yenidoğan yoğun bakım ünitesine girdi. Zaman gibi bir lüksümüz yoktu, neonatalogumuz, böylesine fırtınalı bir başlangıç yapan prematüre erkeklerin yaşam şansı konusunda açıklama yapmakta vakit kaybetmedi. Hayatta kalma oranları düşüktü; çok daha fazlası gerekiyordu ve yoğun bakım ünitesinden son çıkanlar oluyorlardı genelde.


Bu zorlu başlangıcı, oğluma ciddiyetini hissettirmeden anlattım; genç zihninin anlayabileceği kadar küçük dozlar vererek. Dünyaya erken geldiğini ve çok, çok, çok küçük doğduğunu biliyor. 3 ay boyunca kuvözünün önünde beklediğimi, onu hastaneden eve getirmenin, çikolata yerken Disney dünyasına uçmak gibi bir şey olduğunu biliyor.


Apgar skorunun ne kadar düşük olduğunu, doktorların kulağıma fısıldayarak anlattıklarını ise bilmiyor. Ya da nefes almanın, göğsünü ne denli sarstığını…


Boğazına kanül ile oksijen verildiğini, sonra borunun çıkarıldığını, nihayetinde ise doktorların da tahminlerinden çok daha kısa bir sürede, oksijen tüplerine terfi ettiğini bilmiyor.


Her gün, yoğum bakım ünitesine girip gözlerimi ona diktiğimi, çünkü bir bebeğin kaybına daha dayanamayacağımı da bilmiyor.


Doktorların ağızlarından büyük harflerle çıkan tüm o beyin hasarı ve beyin felci gibi kelimelerle, prematüritenin uzun vadede olası hasarlarını açıkladıkları zamanı bilmiyor.


Monitörlerin, derimin altında nabız gibi atan seslerini ve kalp atış hızı tehlikeli bir şekilde düştüğünde ya da yükseldiğinde damarlarımdan geçen buz gibi suları bilmiyor.


Onu kucağıma ilk aldığımda, başının gözyaşlarımla ıslandığını, hemşire geri aldığında ise hasta önlüğümün sırılsıklam olduğunu bilmiyor.


Payına düşen havaya ve besleyici maddelere tutunabilmek için olimpik bir atlet gibi çalıştığına dair hiçbir fikri yok. Yoğun bakım ünitesinin mavi rengini ya da yaşam destek ünitelerinden çıkan ürkütücü gürültüyü hatırlamıyor.


Zihnindeki hatıralar, yaşının görmeye yettiği fotoğraflardan ve büyüdükçe detaylarla doldurduğumuz hikâyelerden oluşuyor.


Her şeyi yüklenebilecek yaşa geldiğinde ya da içindeki mücadeleci ruhu hatırlamaya ihtiyaç duyduğunda, ona her şeyi anlatacağım – dünyadan uçup gitmeye ne kadar yaklaştığını, hayatının ilk üç ayında, birçok insanın tüm hayatı boyunca savaşmadığı kadar savaştığını anlatacağım.


Şimdi ise, mucize oğlumla geçirdiğim bir öğleden sonra, benim için "memnun olmanın" tam olarak karşılığı...


“Hangi rolde olursan ol, sen benim baştacımsın. Biliyorsun, değil mi?” diye sordum elini tutarak.


“Biliyorum, anne” diye yanıtladı, bir yandan da seçmelerde söyleyeceği şarkıyı tekrarlıyordu.


Jessica Watson


YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.