Bir sessiz film oyunu
“Coğrafya kaderindir” lafından payımıza hep acılar, trajediler, gözyaşları, “unutursak kalbimiz kurusun”lar düşmesinden ziyadesiyle yorgunum. Murakami’nin bir romanında dediği lafın olmasına ramak kaldı. Yorgunluğun kalbinin içine girmesine izin verme demişti kendisi. Yaşamı herşeyden önce kalbiyle algılayanlar için tutulması zor bir öğüt!
Ben biraz kaderim(iz) olan coğrafyanın kötü kader kısmını bir yana bırakıp evla olan taraflarını koymak istiyorum önüme. Küçük Ağaç’ın Eğitimi’nde büyükannenin öğüdünü de hep hatırlamakta fayda var ne de olsa. “İyi bir şeyle karşılaştığın zaman yapman gereken ilk şey, bulabildiğin ilk insanla onu paylaşmaktır; bu şekilde iyilik öyle bir yayılır ki nereye gittiğini bilemezsin.”
Yaşadığım coğrafyanın algılarımı açtığı en birinci alan kokular oldu sanırım. Sadece koklayarak bir mevsimi, ağacı, rüzgarı hissedebilmek müthiş. Tabiatla oynadığın sessiz film oyunu gibi bir şey bu. Şiddetli lodoslarda soba borusundan gelen hafif is kokusunun evin kokularına karışmasını seviyorum misal. Yine kuvvetli bir rüzgarda dalları kocaman olmuş limonun mutfak camını tıklatmasını sevdiğim gibi. Üstelik rüzgarlı günlerde evin de çenesi oldukça düşüyor. Temelini saldığı coğrafyaya uyumlu bir evde uğultularla, çatırtılarla bu kadar iyi anlaşacağımı ben de tahmin edemezdim. Ve işte böyle fırtınalı bir gecenin sabahında, evsimi, ayı, saati, hava durumunu rüzgardan, topraktan, havadaki kokulardan okumaya çalışan eskinin kadim insanlarına içersin günün o kutsal ilk yudum çayını.
Sonra bir gün yolunu civarın en sevimli ilçelerinden birine düşürürsün. Kaybolmanın en evla olduğu bir coğrafyadasındır çünkü. Kaybolmazsın ama –mış gibi yapmak bile güzeldir. Zaman algını kaybetsen, biri seni o an 1950’lerde bir dönemde yaşadığına kolayca ikna edebilir. Evler, sokaklar, renkler, gülücükler, insandan akan samimiyet ama en çok gördüğün bisikletler seni buna kolayca inandırır. Bu ülkede hiçbir yerde bu kadar çok bisiklet görmemişsindir. Üstelik bisikletlerin kendileri de, üstlerindekiler de birbirinden ihtiyar delikanlıysa utana sıkıla bir iki tanesini fotoğraflamaya çalışırsın sadece. Ha bir de bir neşe gelir çöreklenir ki üstüne, birkaç tane yaşı yirmilik-otuzluk bisikletin, fırında hediye edilen minik ekmeklerin, köy kahvesinde içilen tavşan kanının asasından çıkan dokunuştur sebebi.
Sonra yollar kıvrıla kıvrıla seni içinde su samurlarının yaşadığı bir nehrin kıyısına bırakır. Kadehini su samurlarına, sürekli sürüden ayrılan isyankar ruhlu tavuk kuşuna, nehrin altında salkım saçak bir su ormanı yaratan su perilerine, yanındaki çok sevdiğin iki koca cana kaldırırsın. Güzelliklerin şerefine…
Küçük Ağaç’ın büyükannesi der ki, çok az insan ağaçlara, kuşlara, sulara, yağmura ve rüzgara tam sevgi duymak için seçilirmiş. Yorgunluğu kalpten uzak tutabilmenin tek yolu bu sevgiden geçiyor sanırım. Seçen kadrosunun büyüklüğüne bakınca seçilen olmak hiç bu kadar güzel olmamıştı.
YORUMLAR