Alternatif yaşam dedikleri…
Ben bu ülkede galiba en çok farklılıkları özler oldum. Herşey, herkes birbirinin aynı. Kıyafetler, suratlar, makyajlar, evler, mobilyalar, okunan kitaplar, tatile gidilen yerler ve hatta hayaller... Evet en kötüsü de bu galiba. Hayallerin arasına karbon kağıdı konmuş gibi. Sanki biri bir gece biz uykudayken gelip bilinçaltımıza bir kalıp ezberletmiş: Şanslıysan ve imkanın varsa daha önce, yoksa emeklilikte herkesin hayali bir Ege kasabasına yerleşmek ve iki domates, üç biber yetiştirip sistemin çarklarına nanik yapmak.
İyi, güzel, hoş da, ben artık bu fikrin de bir sürü insanda sadece akıntıya kapılmaktan oluştuğuna inanmaktayım. Yani yine bir nevi sürü psikolojisi. Etraflarında ve sosyal medyada (inanılmaz bir güç) bunu başaran insanları gördükçe kendi sıkışmış yaşamlarında sarıldıkları ilk fikir bu oluyor: "Ben de bir sahil kasabasına gideyim ve hayatımı kurtarayım." Hayatımız kurtarılması gereken bir noktaya geldiyse eğer, keşke bu bir sahil kasabasına yerleşmekle düzelip gitseydi.
Toprakla, denizle, daha sakin bir yaşamla iç içe olmanın güzelliklerini yadsıdığım zannedilmesin. Ama yanılgı şurada: birileri hayatını böyle bir yola sokup daha huzurlu yaşayabiliyor diye kendisinin gerçekten ne istediğini sormadan/sorgulamadan, bir ezber gibi bu hayali de sahiplenmek. Sahil kasabaları da bu yüzden, bir ümit buralara göçüp yine sadece kendileri gibi şehirlilerle muhatap olan, köy yolunda neden ATM olmadığı, Starbucks kartonları olmadan bir yaşamın yavanlığı gibi her ağzını açtığında şehir kokan insanlarla dolu. Sizin istediğiniz böyle bir yaşam değil ki neden buradasınız diyesim geliyor çoğu zaman ama artık susuyorum çünkü bıktım.
Herşeyde olduğu gibi hayatlarımızı da yine iki seçeneğe indirdik. Ya şehirde kalır, tüm zorluklarına rağmen yaşamaya devam edersin ya da bir sahil kasabasına kaçarsın. Ya o partiye oy verirsin, ya buna. Alfabenin sadece a ve b’den oluşmadığını, diğer yirmi yedi harfle de çok güzel cümleler kurulabileceğini bir anlasak!
Sadece bu konuda değil, hemen hemen hayatımızla ilgili hiçbir konuda kendimize gerçekten ne istediğimizi sormuyoruz. Akıntının bizi götürdüğü yerlere gitmek, sonra da o gittiğimiz yerden memnuniyetsiz olmakla geçiyor ömrümüz. Evlenmeler, işe girmeler, çocuk yapmalar, dostluklar, hep akıntıya kapılmaktan. Misal zamanı geldiği için değil de gerçekten sevdiği ve istediği için evlenen, bu aşkla çocuk yapan insanlar o kadar farklı duruyorlar ki toplumun genelinden. Yeri gelip tercihlerinin sonucundan mutsuz olsalar dahi, mutsuzlukları bile daha başka.
Sistemin çarklarının biraz olsun dışına çıkıp alternatif bir yaşam aramanın yolu sahil kasabalarından değil, kendi içimizden geçiyor. Ne istediğimizi bilmekten, kendimizi çiçeklendirmekten, renklendirmekten, sınırları genişletmekten… Herkesin formülü kendi içinde, başkasının yaşadıklarında değil.
YORUMLAR