Sanata ve doğaya güveniyorum!

Bireysel ya da toplumsal hayatlarımızda zor zamanlardan geçerken tutunabilecek kuvvetli iki dal var: sanat ve doğa. İnsanı bunca olumsuzluğuna rağmen kıymetli kılan yegâne gücü yaratıcılığı kanımca. Eşsiz bir müzik dinlerken, bir edebiyat eseriyle evren değiştirirken, resimle, fotoğrafla, sinemayla gerçekliğimizin sınırlarını genişletirken insan bir an için de olsa kendi ırkının geçmişiyle barışabileceğini hissediyor. Sanat, evrensel bazda insanın insanı bağışlamasını sağlayabilecek denli kuvvetli bir güç.


Doğaysa, insana ne kadar küçük olduğunu gösterdiği ölçüde büyük bir iyileştirici. Bir kovanın içinde işleyen o olağanüstü döngüyü izlerken küçücük olduğunu hissedebiliyor insan misal ya da her bahar canlanan toprağı, meyveye duran ağacı izlerken…


İnsanın insana ettiği zulümlerin en acılarını yaşadıktan sonra bile iyileşebilmenin mümkün yolunun doğada olduğunu gösteren benim için eşsiz roman Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikayesi serisidir. Son bir yılda durup durup andığım bir dörtleme oldu bu. Böyle giderse daha da çok anacağım.


Sürülen, öldürülen, yerinden yurdundan edilen, sevdiklerinin gözleri önünde katledilişlerine şahit edilen, aç susuz bırakılan Anadolu’dan, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan onca insan Yaşar Kemal’in Karınca Adası’nda toplanır. Ege Denizi’nin tam ortasında, kendisine yeniden bir yurt edinmeye çalışan insanlarının evi olur Karınca Adası. Her yanından bereket fışkıran toprağıyla, yeşiliyle, mavisiyle bir bir yaralarına dokunur insanların. Yeniden nefes almalarını sağlar. Ölümden sonraki yaşamları olur.


Bugünlerde ve öyle görünüyor ki bir süre daha bu iki güce çok ihtiyacımız var. İşte bu yüzden yayınevinin “bu dünya güzeli kitabı unutuluşa terk etmeyelim diye” yayınladıklarını belirttikleri Andre Maurois’in İklimler romanından bahsetmek istiyorum biraz. “Dünya güzeli” mi emin değilim ama ait olarak yaşamanın zenginliği yerine hep sahip olmanın zincirlerini boynuna geçiren insanı çok başarılı anlatan bir roman İklimler.


“Gereğinden fazla okumak, yalnız başıma düşüncelere dalmak, ağaçlardan, çiçeklerden, toprak kokusundan, gökyüzünün güzelliğinden, havanın serinliğinden uzaklaştırmıştı beni, şimdi Odile her sabah bütün bunları toplayıp getiriyor, demet demet ayaklarımın dibine bırakıyordu… Odile bana bir ülke, sümbüllerin mavisine batmış çayırlar, yüksek otlar arasından fışkırmış laleler, dibinden biçilmiş yumuşak çimenler, dağınık saçlı bir kadın gibi yapraklarını suya veren söğütler armağan etti.” diye bahseder hayatının aşkından Philippe.


Lakin varlığıyla ona gökyüzünün güzelliklerini, toprak kokusunu, havanın serinliğini armağan eden kadını olduğu gibi sevmek yerine sahip olma isteğiyle etrafına kafesler örer. Ait olmakla sonsuza dek besleyeceği bir sevgi yerine sahip olmanın kısıtlayıcılığıyla onu ‘öldürmeyi’ tercih eder.


Sahip olmak ve ait olmak hallerinin en etkili anlatılabileceği konunun aşk olduğunu düşünüyorum. İklimler bunu ziyadesiyle yapıyor. Ama aslında bu, insanın varoluşundaki en hakiki meselelerinden biri ve sadece aşkla ilintili değil. Her şeyden önce bir parçası olduğumuz doğaya da ait olmak yerine sahip olmayı seçiyoruz. Bütün o talanlar, ziyanlar, kıyımlar da bundan yaşanıyor.


Tahsin Yücel çevirisiyle güzel bir roman okumak isteyenlere tavsiyem olsun. İklimler’i ben kütüphanemde Stefan Zweig’in Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun yanına koydum; bu da bu romanı okumuş olanlara küçük bir not...

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.