Son üç yılın kısa güncesi

Tam üç yıl, hatta üzerine artı bir ay oldu İstanbul’u bırakıp Güney Ege’nin bu en uç noktasına göçeli. Doğup büyüdüğüm ve otuz bir yıl yaşadığım İstanbul’u değil de bu coğrafyayı toprağım olarak görüyor olmam ilginç görünebilir ama değil. Bütün mevzu aşk. İlk görüşte aşık olduğuna, tanıdıkça aşkı kaybolmak yerine çoğalan insan dünyada nadir bulunan bir şeye denk gelmiş demektir kesin.


Bir kasabaya, kültürüne, insanına vs. duyulan aşktan daha büyük bir şey bu... Kasabayı, kültürünü, insanını, tarihini şekillendiren o kudretli doğaya aşık olmak. Bir insanla yaşanabilecek bir aşk türü de değil. İnsan ilişkilerinin her türlüsünde olan o beklentili olma halinden eser yok. Doğanın güzelliğini perçem perçem katlayan kendi içindeki olağanüstü işleyişine durur, bakar ve hayran olabilirsin sadece. Onun sana bir aşık olarak verebileceği tek şey güzelliğine ortak etmektir, o kadar. Sahip olmaya çalışmaz ama ait olmayı bilirsen alacaklarının kapısı da hiç kapanmaz.


Üç yılın güncesi olmaya bu yazının makul sınırları yetmez elbet. Ama her şeyi bir cümlede toplamak istesem şöyle derdim sanırım: hayatımın gündemi değişti. Şu üç kelime yaşadığım dönüşümü tamamen özetliyor.


Artık, bu yıl zeytinin bereketli yılı mı değil mi onu düşünüyorum. Üzüm hasadını, bağ bozumunu kaçırmamayı, evde kendi şarabımızı yapabilmek için en iyi üzümü kimin bağından alabileceğimizi düşünüyorum. Havayı okumayı öğrenip yağmurun durumuna göre sebzeleri, ağaçları sulamak gerekip gerekmeyeceğini düşünüyorum. Minicik bostanımdaki sebzelere böcek dadanmaması en birinci derdim. Ola ki dadandı, ilaç kullanmadan – kullanacak olsam neden uğraşayım, ortalık ilaçlı sebze meyve dolu – neler yapabilirim onu araştırıyorum. Ajandam dolunay rakılarının içileceği tarihlerle dolu. Kasabanın bulunduğum yakasında güneşten çok ay sürüyor hükmünü. Ama her hafta iki üç kez güneşin doğuşunu izlemek için gereken saatte uyanamazsam kendi kendime sağlam afra tafra yaparım misal. Tam denizin üzerinden en kırmızı haliyle doğan ayın, keza aynı yerden doğan güneşin güzelliğini anlattığım eş dost ola ki hakkını vermesin dediklerimin, afra tafranın âlâsını asıl onlara yaparım. Bahçedeki meyve ağaçlarının bereketini ziyan etmemek için tarif skalamı genişletmek de ciddi gündemimdir misal.


Kimi de diyebilir ki “ne yani, hep mi güzel?” Hayır değil ama keşke olsa, fena mı olurdu? Lakin hayat öyle değil. Bu yazdıklarım biraz da bakış açısı ve hayatı nasıl yaşamak istediğinle alakalı. Buralarda yaşayıp şu yazdıklarımın tekini dahi gündem maddesi yapmayan dolu insan biliyorum.


Şahane bir ilk yıl geçirdikten sonra burada tanıştığım, dostum dediğim ve birlikte geçirdiğimiz o kısacık bir yıla dünyalar sığdırdığımız arkadaşımın yakalandığı hastalık, vefatı ve arkasından yaşadığım o buhranlı dönem de bu üç yılın özetinde. Gariptir ama o buhranın da içinden çıkıp geriye bakmayı başardığımda hepsini yine yukardaki gündem maddeleriyle aşabildiğimi görüyorum. Toprağın, denizin, hayvanların, kısacası topyekun doğanın yarattığı mucizeleri merkezimde tutarak iyileştim. O zaman başladı misal bisiklete atlayıp gündoğumlarını izlemeye gidişlerim, ne kadar iyi geldiğini gördükçe bağımlısı haline gelişlerim. Bisikleti bile yeniden hayatıma sokmam o döneme denk gelir.


Herkesin dilinde ama gerçeğinde olmayan şeyi bir kez de ben söyleyeyim. Şehirlerde sürü psikolojisinde, sürünün gündemiyle, sürü halinde yaşamaktan kurtulmak lazım. Bunu kim, nerde, nasıl yapar, o herkesin kendi isteğine ve bileceğine bağlı bir iş. Bugününü, yarınını, geçmişini, işini, evlenme vaktinin geldiğini, artık çocuk yapması gerektiğini, oturma odası takımı vs. hep başkalarının belirlediği bir hayata ne kadar “bizim” denir ki?

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.