Anısız şehir İstanbul
İstanbul’a gitmek, önüme geldikçe sevimsizleşen, ruh halimi karartan bir duruma dönüşmeye başladı uzunca bir süredir. Tüm sevimsiz duyguları bir tarafa bırakıp sırf sevdiklerimi görmek için gitmeye karar verdiğim zamanlarda dahi hep bir aksilik çıkmasına neredeyse içten içe sevindim desem yalan olmaz. Zaten ah o özlemler olmasa sanırım mecbur kalmadıkça gitmeyeceğim. Ama bunun nedeni zannettiğiniz gibi ne kalabalıklar, ne trafik, ne de şehir yaşamının tüm zorlukları… Benimki sadece çok üzüleceğimi bildiğim bir şeyden kaçma hali. Bir gün yüzleşeceğimi bildiğim bir üzüntüyü ertelemeye çalışıyorum, o kadar.
Feneryolu tren istasyonunun paralelindeki sokakta, herkesin birbirini tanıyıp bildiği, postacının birinin adını sorduğunda apartmanını dairesine varana kadar gösterebildiğimiz bir mahallede büyüdüm. Bademciklerim alınana kadar bitmek bilmeyen öksürüklerimde sabah akşam anneannemin elinden tutup popomu kevgire çevirmesi için gittiğimiz Emel Eczanesi’nin kokusu, ruhu, Eczacı Emel’in beni perdenin arkasına alıp iğneyi ne olduğunu anlamadan popoma vuruşu, hiç ağlamadığım için her seferinde aldığım sözlü takdir belgeleri dün gibi aklımda. Hem ağla ağla gözünde yaş mı kalır insanın? Yedi yaşına gelene kadar en az iki haftada bir iğnelik duruma gelen çocuk bile canı yansa da sıkılır ağlamaktan.
Tüm mahalle bilirdi halimizi; Zeren yine hasta olmuş, Gaye Hanım iğneye götürüyor onu. Tıpkı hepimizin yan apartmandaki Nevin Hanım’ın oğlunun Almanya’dan dönüşünü, kapıcının kızı Fatma’nın bu sömestr yine takdir getireceğini bilmemiz gibi.
Sadece çocukluğum değil, ilk gençliğim, 20’li yaşlarım… Beyoğlu, Emek Sineması, tiyatrolar, sevgilimizle sabahları kahvaltı faslıyla İstiklal Caddesi’ne dalış, akşama kadar el ele o sinema senin bu kafe benim dolaşmalar, kitapçılar, yeni keşifler ve bazen tiyatro, bazen güzel bir dinletiyle akşam caddeden çıkış… Ne çok anı, ne çok hikaye.
Ben daha İstanbul’u terk etmeden önce başladı zaten her şey bir bir yok edilmeye. Şimdi ne Emek Sineması var, ne o birbirinden güzel tiyatro salonları… Ve çocukluğumun o mahallesi dahil km’lerce genişleyen bir çaptaki tüm mahalleler yıkılıyor. 40-50 senelik evlerin artık eskidiği, özellikle depreme karşı dayanıksız olduklarından yenilenmeleri gerektiği de bahanemiz. Gerçeklik payı olan bir bahane olabilir, ona lafım yok. Ama söz konusu Türkiye olunca yeni yapılanın sağlamlığına da güven duymamı kimse beklemesin. Yalnız derdim bu da değil.
Şu anda İstanbul’a gittiğimde bana ait olan ne varsa artık hiçbirini yerinde bulamayacağımı biliyorum. Yok etme çemberi gençliğimden başladı, çocukluğuma kadar daraldı. O bahsettiğim mahalledeki apartmanların hemen hepsi yıkıldı. Yerine kocaman blokların dikildiğini duyuyorum hep eşten dosttan. Birkaç ay içinde doğup büyüdüğüm Özyaşar Apartmanı da bir yıkıntıya dönüşecek. Son kez gidip göreyim desem çok ağır gelecek o yakın temas veda.
Her ne kadar sadece kendi hikayemden bahsediyor gibi görünsem de keşke burda mesele sadece ben olsam. 40-50-60 sene bir şehrin ciddi bir bölümünün yıkılıp yeniden yapılması için çok çok çok erken bir süre. Mahalleleri, sokakları, binaları bir şehrin anısı, ruhu, her şeyi… Bir Floransa’yı düşünüyorum, Berlin’i, Roma’yı… Avrupa’nın tamamı girer bu listeye sanırım. Yüzlerce yıllık şehirler, yapılar, anılarını kültürleştirip dünyayla paylaşan medeniyetler… Bizse 50 yılda eskiyecek binalar yapmakta şampiyon!
Kendi hikayemde, kendi anılarımın köksüzleştirilmesine üzülüyor gibi görünsem de aslında resim daha büyük. Yıllar geçtikçe İstanbul’un ne kadar anısız, ruhsuz bir şehir olduğu daha çok çıkacak gün yüzüne. Ben eski sevgilimi o eski güzel günlerimizdeki gibi hatırlamak istiyorum, bir gün mecbur kalıp gittiğimde artık tamamen yabancı olduğum o anısız şehirle karşılaşana kadar.
YORUMLAR