Kaybolan bilgelik
“Baharın, yaz aylarının lüferlerini ızgara yapıp yerken balık bahar denizi kokar, yürekte baharın ince yeli esmiş gibi, denizin tekmil ışığı insanın içine dolmuş gibi olur. İnsan bu kokuyu bedeninin her yerinde duyumsar… Bahar yaz lüferini yiyince insanın içi dışı tepeden tırnağa denize keser.”
Bir Poyraz Musa daldırır oltasını denize, bir Vasili. Karıncaların su içeceği beyaz bir sükûta durmuştur deniz. Levrekler, çipuralar, azgın lüferler takılıverir oltalara. Her seferinde bir öncekini unutmuşçasına şükrederler mavinin bereketine. Denizden ne çıksa bayram ama lüfere bir başka sevinirler. Az sonra kıyıya yanaşacak, çınar ağacının dibinde çakıl taşlarının üstünde ateşi yakacak, temizleyip tuzladıkları balıkları bir bir ateşe atacak, tüm adayı, civardan geçen gemici, kayıkçı, balıkçı kim varsa kendinden geçirecek bir balık kokusuna bulayacak, tepeden tırnağa bahar olup deniz kokacaklardır. Çünkü bilirler, baharın yazın lüferini yiyenler baştan aşağı denize keserler. En usta balıkçılardan öğrenmişlerdir işin inceliklerini. Denizin ne konuştuğunu duyan, onun dilinden hatta ve hatta balıkların bile dilinden anlayan balıkçılardan…
“Bir Ada Hikayesi”nin iki kahramanı Poyraz Musa ve Vasili. Hikayenin özünün kendilerinden doğduğu, diğer pek çok kahramandan sadece ikisi. Bir masal okurmuş gibi okuyorum günlerdir sayfaları devire devire. Bu Ege destanını bir kere daha Ege’deyken okuma kararımın isabetliliğini söylüyor bana okuduğum her satırın etrafımda karşılığını gördüğüm güzellikler. Eş zamanlı okuduğum bir başka arkadaşım çok yerde üzerine çöken ağlamaklı halden bahsediyor. Balkanlar, Kafkaslar, Arabistan, Anadolu… Kırıla kırıla, kıyıla kıyıla savaşlardan arta kalmış yaralı, hastalıklı, aç, susuz, yurtsuz bir insan yığını… Sarıkamış’ta lime lime olmuş ölü askerleri sırtında taşımak zorunda kalarak zihni, kalbi, ruhu bulanmış bir adamın, Ege’nin ıssız bir adasında baharla yeniden tazelenen doğanın uyanışından şifa bulmaya çalışması… Bir kayısı dalından, nar çiçeğinden, eşek arılarının benzersiz renginden af dileyiş, kıyılanlar ve yaşatılan tüm korkunçluklar için.
Acıdan yana eksiği olmayan topraklarda bunca sefaletten ve savaştan sonra toplumun yeni nesillerle iyileşmeyi sağlayabilmesi için üzerine yeni acılar eklenmemesi gerekiyor. Her travmasının üzerine yeni travmalar ekleye ekleye nesilleri deviren bu toplumun şu anki cinnet geçiren haline “biz nasıl böyle olduk” soruları çok tuhaf aslında.
Yazıyı açtığım alıntıyı ilk okuduğumda en çok üzüldüğüm şeylerden birinin bilgeliği kaybedişimiz olduğunu düşünmüştüm. Bilgiye ulaşmanın ayakkabımızın bağını bağlamaktan bile kolay ve hızlı hale geldiği bu zamanlarda her işin erbapları çoğalıyor. Uzmanlıklar belki eskilerden kat be kat ileri. Doktorlar, avukatlar, bilgisayarcılar, balıkçılar, çiftçiler… Bilgide kusursuzlar. Ama bir şeyi çok iyi biliyor olmak o işi çok iyi yapıyor olmak anlamına ne kadar gelir? İşinin uzmanı çok insan var ama işinin bilgesini ara ki bulasın. Denizin dilini, hatta ve hatta balıkların dilini bilen, lisanını bildiği bir türe ziyan vermeyendir misal bilge balıkçı.
Minik bostanımı yaz mahsulü için ekime hazırladığımı yazdığım bir arkadaşımın gönderdiği mesajla tam zamanında bütünleniyor tüm bu düşündüklerim. Hikayesini çok önceden dinleyip hayran olduğum ziraat mühendisi dedesinin sözlerini gönderiyor bana. “Fideyi toprağa dikmeden önce hem fideye hem toprağa aynı şiiri oku, birbirini sesinden ve elinden tanısınlar.” Böyle işinin bilgesi insanların kayboluşuyla yok oluyor yerli tohumlar ve doğalığını aradığımız tüm güzellikler.
Çabasını sadece bilgiyi çoğaltmaya harcayan insanın terazisinde eksik kaldı bilgelik. Çünkü zihinden değil, kalpten ve vicdandan geçiyor onun yolu.
YORUMLAR