Taş Devri Jetgiller’e karşı!
Yaşamın yavaş aktığı bir yerde yaşadıkça hayatın günlük akışı yavaşlıyor ama bedeni daha çok hızlanıyor insanın. Daha çok yürüyor, daha çok yüzüyor, daha çok toprağa eğilip daha çok ağaca uzanıyorsun. Bir saat, iki saat bir spor salonunun dört duvarı arasına girip konsantre bir şekilde spor yapanlardansa hareketi hayatın geneline yayan insanların daha sağlıklı olduğuna dair bir gözlemim var.
Bilim adamı Bill Nye’ın şu sözü hislerime tercüman: “Bisiklet kullanımı geleceğin önemli bir parçasıdır. Öyle olmalı. Fitness salonlarına arabayla giden bir toplumda yanlış bir şeyler var.” Mesele elbette yalnızca bisiklet değil. Binalar arasına sıkışmış öyle hareketsiz bir yaşamın öznesi ki artık insan, mecbur, vücuduna hareket eden bir mekanizma olduğunu hatırlatmak için kendini bir spor salonuna atmak zorunda. İki saatlik bir zaman diliminde hap yutar gibi sporunu yapıp sonra da binalar arasındaki masa önü, koltuk üstü yaşamına geri dönüş... Böyle bir yaşam temposunda elbette o iki saatlik spor dilimi olmazsa olmaz bir ilaç gibi. Lakin kötünün iyisi bir ilaç…
On bir yaşıma kadarki çocukluğum İstanbul’da sabahtan akşama kadar koşup oynadığım çıkmaz bir sokakta geçti. Sek sek en sevdiğim, lastik atlama en başarılı olduğum oyundu. Evcilik oynarken bile durduğumuzu hatırlamıyorum. En kötü, yapraklardan tabak yapmak için ağaçlara uzanır, toprağı sulandırıp çorba yapardık. Asansörsüz apartmanın üçüncü katındaki evimize gün içinde kaç kere iner çıkardım hatırlamıyorum. Sonra daha yeni, asansörlü bir binanın yedinci katına taşındık. Mahalle değişti, çevre değişti, sokağa alışık ben, artık dört duvar arası oyunlara eyvallah etmek zorunda kaldım. Koşan oyunlardan oturan oyunlara geçiş… Yaşam alanımız konforla şekillenirken bedenlerimiz git gide koltuğa hapsoldu.
Bunu o zamanlar anlamak mümkün değildi elbette. Şimdi geri dönüp baktığımda görebiliyorum sadece. On bir yaşımla hayatımı güney Ege’ye taşıdığım 32 yaşım arası masalar, sandalyeler, koltuklar, asansörler, arabalar arasında dolanıp durdu. Bir hareket olduysa da bunların arasında gidip gelirken oldu. Ama yok, haksızlık etmeyeyim, en az beş altı kez spor salonuna yazılmışlığım ve en geç altı ay içinde nefret ederek bırakmışlığım vardır. Ve tüm bunlardan sebep, kendimi bu yaşıma kadar hep spor yapmayı sevmeyen bir insan olarak tanıdım. Meğer insan kendisini de yanlış tanıyabiliyormuş. Evet, spor salonlarında spor yapmayı hala hiç sevmiyor, hatta nefret ediyorum ama açık havada yapılan kendini tekrarlamayan sporları, bisiklete binmeyi, saatlerce yüzmeyi aşk boyutunda sevebiliyormuşum. Ve hareketi sevmediğine kendimi inandırdığım vücudum, meğer inmeyi çıkmayı, ağaçlardan meyve toplamayı, dağlara tepelere tırmanıp doğayı keşfetmeyi isteyecek kadar hareketi seviyormuş.
Şimdi düşünüyorum da çocukken en çok izlediğim çizgi filmlerden ikisi Taş Devri ve Jetgiller’di. Jetgiller’in yeri geldiğinde banyo yapmak için bile hareket etmek zorunda kalmadığın o yaşam şekli nasıl da komik ve uzak gelirdi o zamanlar. Şimdi gelinen noktanın o boyutta olmasa da pekâlâ çok yakın olduğunu kim inkar edebilir? Lakin varsa bir tercih hakkım, onu zayıf ama hımbıl George Jetgil’dense tombik ama enerjik Fred Çakmaktaş’tan yana kullanıyorum.
YORUMLAR