Kız arkadaşlar
Sene 2010. Mecidiyeköy’ün ruhumu egzoz kokutmuş ofislerinden birinde sıkıldıkça kahve yapıp bunaldıkça çay içtiğimiz günler… Bir göz işaretiyle elimizdeki bitmek bilmez dosyaları bırakıp daracık balkona nefes almaya koşuyoruz O’nunla. Ne yaptığımız işten keyif alıyoruz, ne bulunduğumuz yerden. Her ikimiz için de büyük değişimlerin çok yakın olduğu günler ama henüz haberimiz yok bunlardan. Öyle ki emekli olana kadar sevmediğimiz işleri yaparak tükenecek olduğumuzdan neredeyse emin olduğumuz keskin bir bezginlik hali hakim. Değişime bağladığımız bel, öğlenleri en yakın bayiye gidip şans oyunu oynamaktan ibaret. Katrilyonda bir bir ikramiye çıkar ve belki hayatımız değişir diye. Sıkıldıkça kahve yapıp fal baka baka öleceğiz.
Derken önce benim hayatımda başlıyor depremler. Yıkılmaz sandığım tüm duvarlar yıkılıyor. Ve ben – neyse ki çok uzun sürmeyen bir süre – kıpırtısız altında kalıyorum. Değişim lotodan para ikramiyesi olarak değil, hayatımdaki insanların yer değiştirmesiyle geliyor. Gidenler, kalanlar… Kalanlara sarılarak hafifliyor gidenlerin acısı.
Tam da o zamanlarda ağırlaşıyor onun varlığı hayatımda. En çok ona sarılıyorum, en güzel onunla saçmalıyorum, yarılırcasına ağlayıp dolu dolu kahkahalar atıyorum. Ve ne yaptığımı bilmeden ben de onun hayatına dokunuyorum. Ona çok yakışan ve mutlu olacağını düşündüğüm bir işe yönelmesi için ne kadar cümle kurduysam o günlerde, şimdi olsa yüz katını kuracağımı biliyorum. Yapıyor o da, hayatını değiştirmeye cesaret ediyor. Bedel hep var, herşeyde var ama razı. Sıkıldıkça kahve/çay içip ölmeyeceğimiz kesinleşti ama hiçbir şey yapmayıp sürekli şikayet ederek ölenlerden de olmak istemiyor.
Bir aşçı ve bir yoga eğitmeni çıkıyor bu süreçten. Ben bedenim hırpalandıkça coşan, o bedenini eğittikçe genişleyen ruhuyla her biraraya gelişimizde bezginlikten eser yok artık. Sorun desen belki yine çok, sıkıntı yaratan olay ve insanlar da öyle ama bezginlik yok. Tıpkı Murakami’nin kitabında dediği gibi yorgunluğu kalbimizden çıkarmayı başarmışız.
Geçtiğimiz hafta tüm vadinin ayaklarımızın altında olduğu, eski bir değirmenin restore edilerek şarap evine dönüştürüldüğü bir üzüm bağında yan yana durmuş denizi, bulutları, batan güneşi seyredip o bağın üzümlerinden yapılmış bir şişe şarabı yudumluyorduk. Biliyorum, bazen dillendirdik, bazen de söylemediklerimizi içimizden geçirdik ama ikimiz de birlikte geçirdiğimiz üç gün boyunca hayatımızda ne çok şeyin değişmiş olduğunun mutlu farkındalığını yaşadık.
Virginia Woolf “Kendine Ait Bir Oda” kitabında her kadının kendine az da olsa bir zaman yaratabileceği sadece kendine ait bir alanı olması gerektiğini anlatır. Çocuklarıyla, eşiyle, işiyle, bitmeyen sorumluluklarıyla boğulan kadınlar için verilebilecek en büyük tavsiyeyi verir. Bir kadın için buna ek dileyebileceğim yegâne şey, onu anlayan ve anlayabildiği, yanında kendini sonsuz rahat hissettiği bir kız arkadaştır. Bir kere hayatında olduysa yerini başka bir şeyin tutamayacağını bildiğin bir kız arkadaş… Varolsunlar!
YORUMLAR