Kasabadaki şehirliler

Kasabadaki şehirliler diye başlık attım ama aslında kastettiğim daha çok İstanbullular. İster isteyerek, ister mecburiyetten terketmiş olun, İstanbul öyle peşinizi kolay bırakacak bir şehir değil. Hele de kasabada başlayan hayatın ilk günlerinde, atılan her adımı İstanbul’daki yaşamla karşılaştırmak kaçınılmaz bir lanet. Lanet çünkü bu durum bir süre sonra kontrolsüzleşip tüm sohbetlerinizin, anlarınızın, keyiflerinizin ortasında yıkılmaz bir kale gibi durmaya başlıyor.



Hele de İstanbul mağduru iki insan yan yana gelmeye görsün. “Neydi o İstanbul’daki halimiz? Atlayıp bisiklete beş dakikada geliverdim şuraya, İstanbul’da böyle bir yere yemeğe gidebilmek için iki saat trafik çekmen gerek!” türevinde bin tane cümleyi duymuş, kendim de çokça sarfetmişimdir zamanında.


İstanbul’un saçından tırnağına kadar tükettiği bir insana ilk zamanlarda kasaba hayatının kolaylıklarına, samimiyetine alışmak tarif edilmesi zor bir nimet gibi geliyor. Bu yüzden de kaçınılmaz bir şey iki hayat tarzı arasında sürekli karşılaştırmalar yapmak. Kendimden örnek vermek gerekirse fiziksel, psikolojik ve ruhsal olarak posam çıkmıştı İstanbul’u terkettiğimde. Belki de o yüzden çoğu insanın “nasıl bir anda cesaret ediverdin öyle” dediği o hareketi yapmak hiç zor gelmemişti bana. Tükendiğim o hayat tarzını değiştirmek için bir hamle yapmasaydım devam edemeyeceğimi vücudumda kavramamış olan tek bir hücre dahi yoktu. Dolayısıyla böyle bir halden, hayatın tüm sıradanlığıyla sadece mavi ve yeşil arasında aktığı ufak bir kasabaya gelince uzunca bir süre İstanbulluluğum’u taşıdım peşimde. Çarşıda pazarda her gördüğün doğal sebzenin, meyvenin üzerine çığlıklarla atlamalar, doğal gezinen tavuklara horozlara dinozor görmüş muamelesi yapmalar falan bunlar hep şehirli sendromları işte! Lakin kaçınılmaz. Buralarda doğup büyümüş insanlara nasıl komik göründüğümüzü bizzat biliyorum ama kendim de o zamanlardaki hallerime/hallerimize gülerek hep şunu söylemişimdir “yaşamadan bunun ne demek olduğunu bilemezsiniz”.


Ama herşeyin bir dozu olması gerektiğini düşünüyorum. Bunca zaman sonra hala İstanbul lafı edenlerden, bitmeyen trafik muhabbetlerinden, nasıl yorucu bir kent olduğu cümlelerinden, şimdi burda olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuz kelamlarından hat safhada sıkılıyorum. Ola ki kendim de kontrolsüzce böyle bir muhabbetin içine daldıysam – ki zaman zaman oluyor – kendimden de sıkılıyorum. İçinde bulunduğun güzelliğin kıymeti şu an sadece İstanbul’da olmadığın için bir şey ifade ediyorsa sana yazık, diyesim geliyor pek çok insana. Bu güzellikler illa bir kötü olanla kıyaslanınca mı değerini buluyor, bir anlam ifade ediyor? İçinde bulunduğumuz coğrafyanın üzerine konuşulacak yüzlerce meselesi varken neden hep İstanbul?


Sürekli şehri kötüleyip ayrıcalıklı insanlar olduğumuzu ifade etmeye çalışmak da garip bir kibirmiş gibi geliyor artık bana. Bir zamanlar yaşamaktan hat safhada keyif aldığım bir şehirdi İstanbul. Sonuna kadar da kendimce tadını çıkardım. Lakin bir noktada bitti her şey. İbre yıpratmaktan yana döndü. Ama bu benim. Benim hikayem. Benzer duyguları paylaşıp artık İstanbul’da yaşamak istemeyenlere bir sözüm olabilir sadece, o zaman hayatınızı değiştirmek için şikayet etmekten fazlasını yapın diye. Geri kalan herkese de doya doya İstanbul’un tadını çıkarın derim, her gün bitmeyen bir eziyet sakızı kelamını çiğnemektense.


İki buçuk senedir hayatını güney Ege’de sürdüren eski bir İstanbullu olarak ben ve benim gibiler için hala yaşadığımız yerden çok İstanbul’a dair oluyorsa sözümüz, durup bir düşünmek lazım diyorum. Ya gerçekten olmak istediğimiz kadar Egeli olamamışızdır ya da “ben yaptım” kibirinden kurtulmayı bir türlü başaramıyoruzdur.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.