Daktilonun yolculuğu
İki buçuk aydır bitmeyen taşınma sürecimin son ayağı olarak geçen cuma İstanbul’dan gelecek olan eşyalarımın kamyonunu bekliyordum bir heyecan. Datça’da ilk iki senemi eşyalı bir evde geçirmiş olmaktan ötürü büyük bir kısmı İstanbul’da kalan eşyalarıma da kavuşacak ve arkası yarın kıvamında devam eden taşınma sürecimi mutlu bir son yaparak tamamlayacaktım. Nakliye kamyonu İstanbul-Datça arasındaki yolun uzunluğunu yeterli görmemiş olacak ki kendilerine Eskişehir-Kütahya üzerinden yeni bir güzergah seçip otuz saat gibi efsane bir sürede Datça’ya varmayı başardıklarında neyse ki ben hala sinirlenemeyecek kadar heyecanımı kaybetmemiştim.
Kendimi her ne kadar eşyalara çok fazla anlam yüklememem gerektiği konusunda eğitmeye çalışsam da bazı şeyler huy ve zamanla biraz törpülense de değişmiyor. Bunu geçen gün çok daha net anladım. Kamyonun kapısı açılır açılmaz gözüme direk, hemen sağda kitap kolilerinin tepesine bağlanmış daktilom çarptı. Onca eşyanın, kocaman kocaman kolilerin, koltukların içinde ilk ben ona baktım, o bana. İnsan uzun zaman uzak yaşayınca unutmak demeyeyim ama ona yakın bir duyguda oluyor sanırım. Yoksa neden bir anda hatırlayınca öylesine sevineyim?
Eşyalar aslında seni onunla bağlı olduğun insanlara ve zamanlara götüren bir ip. Ve özellikle bazıları diğerlerinden daha sihirli çünkü çok fazla anlam yüklü. “Yadigâr” en sevdiğim kelimelerden biridir. Hem anlamından hem fonetiğinden ötürü. Daktilomun bendeki yeri biraz da bu yadigârlığından. Ama galiba daha da çok emanet oluşundan.
Dedemin gözü gibi baktığı daktilosu, çokça sevildiğim ve nazımın geçtiği büyüdüğüm anneanne evinde, çocukluk günlerimin en ulaşılması arzulanan nesnesiydi. Dedemin çalışma odasına girip saatlerce takırdata takırdata kullandığı daktilosu ellemem yasak olan eşyalardan biriydi. Biri bir çocuğa yasak mı dedi? Dedemin uyuduğu ve evden uzaklaştığı tüm zamanlarda hedefim belliydi: daktilo! O kapağı, altında nasıl hazine varmış gibi kaldırır, tuşlara nasıl korka korka ama bir o kadar heyecanla basardım! O ise hep farkındaydı merakımın. Bazen kucağına oturtur ve onun kontrolünde izin verirdi tuşlara basmama. Sakınmak değildi aslında düşüncesi, sadece çok ufaktım bunları yaparken. Bozmamdan korkardı çünkü çok önemserdi daktilosunu. Nitekim sonraki yıllarda daha büyüyüp nasıl kullanmam gerektiğini bilebilecek yaşa geldiğimde okul kompozisyonlarımı yazabilmem için kendi getirip koydu önüme. Çok sevdiği oğlu hariç genelde herkesle arasına efendice bir mesafe koyan dedemle en unutmayacağım anılarım, bu kadarıyla sınırlı olmayan daktilosu üzerine olanlardır.
Sonra dedemi kaybettikten birkaç yıl sonra bir gün, uzunca bir zaman yeri bende kalben çok kıymetli olacak biri girdi hayatıma. Yazılar, daktilolar, dedeler, içinden daktilo geçen filmler derken o sene doğum günümün sabahında kocaman bir kutuyla çaldı kargo şirketinin görevlisi kapımı. İçinden eski, benim dedemin daktilosundan bile daha antika bir daktilo ve “bu da benim dedemden yadigâr... Değerini benden çok daha fazla bilerek kullanacağına eminim” yazan bir mektup. Çok mutlu olduğumda ağlamak gibi de bir huyum vardır benim. Hayatımda aldığım en kıymetli armağanlardan biriydi.
Bu daktilo, o daktilo. İşte ondan biraz da emanet olarak görüşüm. Hediye edenin ve edilenin hikayesi bir yerde bitse de, daktilonun benle yolculuğu devam ediyor. Dedelere ve bıraktıkları yadigârlara…
YORUMLAR