Bu dünyaya bir tane Ege az!
Bu dünyaya bir tane Ege az, benden söylemesi. Bunu sadece coğrafi güzellikleri yüzünden söylediğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. O da var elbet ama bu cümlenin bendeki tetikleyicisi insan oldu gariptir ki. Neden mi garip? İnsanın hoyratlığını, hem duygusal hem fiziksel vahşiliğini, kıymet bilmezliğini, görgüsüzlüğünü görüp yaşadıkça türümle arama ister istemez mesafeler koyuyorum. İyi geliyor. Daha ‘temiz’ nefesler alarak yaşayabildiğimi düşünüyorum böylece. Ama git gide asıl meselenin insandan ziyade, çok insan olduğuna da emin oluyorum. İnsansızlık değil ama az insan güzel şey. Velhasıl bereket de, güzel söz de, değer bilmek de az insanın olduğu yerde daha iyi buluyor yerini.
Sabahın kör karanlığında güneşten bile önce uyanıp her gün farklı yöne bir bisiklet turu, üstüne sabah ıssızlığında deniz ve hemen arkasından da sabahları sevdiğim çay bahçelerinden birinde kısa bir kahvaltı eşliğinde biraz kitap okuma, sabahın hatta bazen günün zirvesi. Sıralama bazen değişebiliyor ama ne yapıp edip bu zaman dilimini ayırıyorum kendime. Okulların da kapanmasıyla artan tatilcilerin yarattığı kalabalık da henüz ortalığa çıkmamış oluyor üstelik. Yaz harici tüm zamanlarda olduğu gibi sadece biz varız, yani kasabanın daimi sakinleri. İşte tam da “keyfe gel”lik bir durum bu! Neden mi?
Yöre insanının bir çoğuna ama özellikle de kadınlarına hayranım. Zira birinci elden hiç kullanılmamış, gıcır gıcır bir şikayet edebilme kapasitesine, bir de bunu önce bala sonra da bademe batırıp tatlandırma özelliğine sahipler. Çok değil, iki tanesinin yan yana gelmesi yeterli. Olur da ikiden çoklarsa, üstüne bir de seyirci kitlesi de kıvamındaysa tiyatro başlasın!
Geçenlerde, benim çay bahçesi sabahlarımdan birinde yan masaya üç tane, yaşları da birbirlerine yakın teyze oturdu. Çay bahçesine adım atıp “hangi masaya oturalım” ile başlayan desibeli yüksek muhabbetin tonu bir saat boyunca iki cümle üç kahkaha, bir cümle iki kikirdeme minvalinde devam etti. Tabi ne benim kitaptaki Fuentes-Jean Seberg aşkının bir önemi kaldı, ne de diğer masadaki amcanın gazetesinde “çatı adayı ve damdaki kemancılar”(!) konulu haberin… Onları dinlemekten başka çare yok. Teyzeler, her zaman olduğu gibi önce kocadan girip gelinden çıktılar, sonra yine kocadan girip komşunun evine atladılar ve en sonunda mutlaka yine kocalı bir hikayeyle iğnelerini batırıp batırıp çıkardılar. Artık en sonunda bir tanesinin, emekli olup sürekli başından ayrılmayan kocasına “ev biti” demesiyle arkasına saklandığım güneş gözlüğünden taştı benim kikirdemelerim de.
Başka bir yerde, başka bir insan topluluğunda son derece sakil kaçabilecek bu muhabbetlerin şerbetli tatlı kıvamında olmasının nedeni, özün kötücül olmaması kadar bu insanların eğlenmeyi çok seviyor oluşları. Dertleşiyor, sohbet ediyorlar ama bunu birbirlerini de, bu örnekte olduğu gibi etraflarını da güldürerek yapıyorlar. Farkında olmadıkları, asla bilinçli yapmadıkları bir ritm bu. Alkolik kocasından şikayet ederken bile yaşadıklarını fıkra kıvamında anlatan insanlar tanıdım burada. Bir değil, iki değil, beş değil.
İşte bu yüzden “bu dünyaya bir tane Ege az” deyişim. Ege’nin ama özellikle de güney Ege’nin aydınlığının, renklerinin, çeşitliliğinin, üzerinde büyüyen insanlarına kahkahalı bir yaşam coşkusu verdiğine inanıyorum. Dışardan buralarda hayatın “vur patlasın çal oynasın” kıvamında gittiğini sananlar, neden böyle olduğu konusunda bir şeyi atlıyorlar. Herkesin canını acıtan o ‘hayat’ burada da tüm dikenleriyle mevcut. Ama bunu karşılayan insanın ruhundaki “yaşa gitsin!” vurgusu daha baskın. Zorba gibi bir romanın bu coğrafyadan çıkmış olması tesadüf olabilir mi?
YORUMLAR