Çadır kurmak isteyen parmak kaldırsın!
Bundan bir dört yıl kadar önce neredeyse önümdeki elli-altmış yılın her gününü planlama kafasında olan bendenizin şimdiki tek gelecek planı bir çadır alıp kamp yapmaktan ibaret. Tamam abartmayayım! Bir zamanlar elli-altmış yıl ötesine kadar olmasa da nasıl bir hayat süreceğimi bildiğimi sanıyordum. Bundan memnun olup olmamak değildi mesele. ‘Biliyor’ olmanın verdiği sahte güven duygusunun konforuna sığınmaydı sadece. Her şey bir çizgideydi ve o çizgide gidecekti. Gitmedi. Ve işte o noktada da masaldan payıma “açıl susam açıl” diye bağırmak düştü hayata.
Nerde durursak duralım, neye inanırsak inanalım – ister plana, programa, ister plansızlığa, süprizlere – hayat zaten bildiğini okuyor. Bizi edilgenlikten çıkarıp etken yapan tek şeyse nerde durduğumuz değil, bu bildiğini okuyan hayatın ettiklerine karşı takındığımız tavır. İnat edip ders almıyorsan sen bilirsin; “eksiler artıları yeteri kadar götürdü, artıların da eksilerin de yenisi lazım artık bana” diyorsan da sen bilirsin.
Aslında yaşamın can damarı belki “istemek”. Heyecanı yaratan, kalbe kan pompalayan, motivasyon sağlayan… Planlar, programlar hep bunun uzantısı olarak geliyor. Alâ! Yaşıyoruz, hepsi olsun. Sadece o gerginlikler, hırpalanmalar, her şeyin hep istediğimiz gibi gideceğinden emin olmanın sertliği üzüyor sonra insanı.
Lakin fazla gevezelik edip asıl noktayı kaçırmayayım. Her geçen gün bir ayağımın toprakta, bir ayağımın denizin içinde olmasının beni nasıl mutlu ettiğini gördükçe daha da fazla yere inmek, toprakla da denizle de aramda hiçbir aracı bırakmadan yaşamak istiyorum. Eline bir değnek alıp onun desteğiyle dağa taşa tırmanmak, çeşit çeşit otla tanışmak, rengin bin bir türlüsünü fotoğraflara hapsetmeye çalışıp edememek ve işte tam da buna – herşeyi çıplak gözle görebiliyor oluşuna – sevinmek, şu dünyada ‘yeni doğmuş keçi güzelliği’ diye ayrı bir mutluluk kategorisi olduğunu görmek, bir deniz kıyısında etraftan topladığın ağaç dallarıyla ateş yakmak, o ateşte pişirdiğin üç beş parça yiyecekle karnını doyurmak, ateşin bir ucunda köz olmuş patatesi önce ellerin sonra ağzın yana yana mideye indirmek, bu ve bunun gibi daha nicesini yaptıktan sonra da hiç dört duvar arasına dönmek istememek… Benim başımdaki duman bu uzunca bir süredir.
Çadırı sırtıma atıp iki tekerin beni götürebileceği neresi varsa orada gecelemek, doğan güneşe bir fermuar açımı uzaklıkta olmak istiyorum. Sürekli çadırda yaşamak değil bahsettiğim. Sadece istediğim tüm anlarda bu özgürlüğe dört elle sarılabilmek... Ve işin en güzel tarafı da şu ki, hayatta bazı isteklerimizin önünde engel olarak gördüğümüz paranın, bu yazdıklarımın yanından uzağından bile geçmemesi. Ortalama bir çadırın maliyeti hepimizin elinden düşürmediği akıllı telefonların yarısı kadar var ya da yok. Ama bu durumda üzgünüm: ben telefona akıllı demem, bana çadır kurmadıkça!
Şimdi izninizle yazıyı sonlandırıp beğendiğim çadırların fotoğraflarına baka baka hayal kurmaya gidiyorum. Bir de bisikletimin 10.000 bakımı geldi. Biraz yağlanmaya, biraz da havalanmaya ihtiyacı var. Günün geri kalan kısmını da bütçeyi denkleştirme çalışmaları alabilir. Bir sonraki yazı kadar yakın bir zamanda olamasa da önümüzdeki haftalardan birinde çadır kenarından yazılmış bir yazıda buluşmak dileğiyle…
YORUMLAR