Kaydedilmeyen mutluluklar
Her yurtdışı gezimde bol bol fotoğraf çekerim. Meydanları, kiliseleri, parkları, tarihi binaları. Her köşesi güzel İtalya’da da öyle yaptım, mekanlar bitmiyor ki pozlar bitsin. Güzel bir şey gördüm mü hop! hemen çıkardım fotoğraf makinesini çantadan. Çekmeden olmazdı. Yoksa olur muydu?
Bunu sordum kendime seyahat sonrası. Floransa’da sokakta bir yabancıya makinemi emanet edince yanlış bir düğmeye basmış ve tüm resimlerimi silivermiş. Fark ettiğimde çok geçti her şey için. Ziyaret ettiğim ikinci şehrin ilk karesini borçluyum o yabancıya, sonrasında da topu topu 10 poz fotoğraf çekmişim orda ama ilk şehirde çekilen resimler sonsuzluğa karışmış. Üstüne bir bardak su içmem gerek. Bunu fark ettiğimde nasıl yıkıldım, üzüldüm anlatamam. Durumu açıklarken arkadaşıma “Bütün resimler gitmiş! Sanki hiç Venedik’e gitmemişim gibi oldu. Hiç yaşanmamış gibi!” dedim. Ağzımdan çıkanı kulağım duyunca da şaşırdım kendime.
O denli üzüldüm ki giden resimlere, ertesi günü öğlen yola çıkacakken bile son günümde keyifli keyifli bir sabah kahvaltısı yapmak yerine işe koyuldum. Erkenden kalkıp şehir meydanına birkaç poz resim çekmeye gittim. Tuhaf bir telaş içindeydim ve tuhaflığının farkındaydım da bunun analizini yapmaya vaktim yoktu. Uçakta gelirken düşündüm…
Olacak şey değil. Benim kadar ânı yaşamaktan bahseden birini böyle bir şey neden bu kadar üzmüştü ki? Kaydedilmeyen mutlu anlar sayılmıyor mu sanki? Hem nedir ki bu “belgeleme” telaşı? Amaç ne? Niye harıl harıl resim ve video çekiyor herkes? Sonra unuturuz da bakar hatırlarız diye mi, birilerine bir şeyleri kanıtlamak için mi, yoksa sadece mutlu bir ânın karesini ömür boyu tutabilmek için mi? Bence bunların hepsi birbirine karışmış, hepsinden azar azar var ama başkalarıyla paylaşma kısmı epey ağır basıyor gibi. Bunları düşünürken olayın farklı versiyonlarını ve abartılı hallerini de düşünmeden edemedim.
Herkesin her ânını dünyayla paylaşma alışkanlığını hayata katan Facebook ile bu “kaydetme” merakımız had safhaya ulaştı. Yenilen, içilen,görülen, denenen her şey anında herkesle paylaşılıyor. Bir dereceye kadar güzel tabii, paylaşınca daha güzel oluyor bazı şeyler ama bir de bu işin cılkını çıkaranlar var. “Bakın, ben ne kadar dolu yaşıyorum!”diye haykırmak amacıyla kullananlar var fotoğrafları. Yarış halinde olanlar var. Amerika’da birini tanımıştım, güzel manzaraların önünde hemen fotoğraf çektirip o fotoğrafları ilerde facebookta kullanmak için saklıyordu. Evde oturup hiçbir şey yapmadığı günlerde, o gün bir şeyler yapmış havası vermek için elindeki resimlerden birini seçip paylaşıyormuş. Çok zekice bir fikirmiş gibi gururla söylemişti bana bu fikrini, içimden acımıştım kendisine.
Bir de son gittiğim tatil köyünde sürekli video çeken turist geldi aklıma. Adamın burnundan dışarı doğru uzanan bir organ gibiydi video kamerası, hep ordaydı çünkü, yüzünü göremedik. Kelimenin tam anlamıyla her dakika her şeyi çekiyordu. Görüş açısını ciddi şekilde sınırlayan “at gözü” ile bakıyordu her şeye, sağında solunda, arkasında olup bitenlerden habersiz harıl harıl kaydediyordu bir şeyleri. Sanki eve döndüğümde oturup o filmi seyretmeye vakti olacakmış gibi. Seyretse sıkılmazmış gibi. Anlam verememiştim.
Tüm bunları düşündürdü bana yaşadığım komik paniğim, sizinle de paylaşayım dedim. Kaydedilmeye layık güzellikte bir sürü kareyi içeren hayatlarımız olması ve bu güzelliklere ait tüm resimler yok olsa bile o anların düşüncemizde tüm canlılığını koruyarak yaşaması dileğiyle…
Sevgiyle kalın,
YORUMLAR