İyi de nasıl affedeyim?
Hiç sormayın. Bir yolunu bulup affedeceksiniz, başka çıkarı yok! Bunca zamandır kaç seansta kaç kalp çakrasında kalakaldım biliyor musunuz? Affedilemeyenler orda bekliyordu beni çünkü çok eskilerden gelmiş, hiç gitmemiş kırgınlıklar onlar... Kaç tane pırıl pırıl yürekli, iyi insanın katıla katıla ağlamasına tanık oldum biliyor musunuz? Bazıları gözlerini kocaman kocaman açıp bana şaşkınlıkla baktı sonradan. Seanstan sonra o bölgede çalışırken hissettiğim, gördüğüm şeyleri paylaştığımda, “Ama ben o meseleyi çoktan hallettiğimi sanıyordum!” diyenler çok oldu.
Affedememek, bıkmadan usanmadan inatla taşınan bir yük gibi aslında. İçindekinin bize hiçbir faydası olmadığını bildiğimiz halde, sırf kendi kendimize söz verdik diye sırtlanıp bir ömür taşıdığımız ağır bir yük. Yolumuz açıkken mutlu mutlu adımlarla ilerlemek varken bizi yavaşlatıyor, yoruyor. Yolun kenarına bırakıp devam etsek rahatlayacağız ama yok, olmaz! Ne pahasına olursa olsun taşıyoruz sonuna kadar.
Böyle ziyan olan bir hayat aslında affedilemeyen kişiye verilen bir ödül. Bizi yalnızca geçmişte üzmüş, kırmış olmakla kalmıyor… Bugün, yarın, yarından sonra da o acıyı taze tutmamızı, yaşatmamızı garantiliyor. Her daim acıyan can, hiç kapanmayan bir yara olarak hayatımızda kalıyor.
Hiç sönmesin diye uğraştığımız bir alev gibi adeta. Kuru dallar toplayıp atıyoruz ateşe harlı yansın diye. Her hatırlayışımızda boğazımızı düğümleyen şeyler mesela o kuru dallar. Ya da dost sohbetlerinde yâd ettiğimiz acı günler, içerlemeler. Bize o kişiyi ya da olayı hatırlatıp üzen ama bir türlü atamadığımız bir eşya, bir fotoğraf da kuru dal. Harıl harıl topluyoruz onları, ateşi beslesinler, canlı tutsunlar diye. Ama o ateş bizi yakıyor, o başka…
“Affetmek büyüklüktür” derler. Herkes bu sözü anlıyor ama büyük olmak istemiyor. Karşı taraftan bekliyor ilk hareketi. Geçmiş günlerin hatırı, kan bağı, diğer kişinin içinde bulunduğu şartlar… Hiçbir şey dikkate alınmıyor. Yanlış yanlıştır diyor, affetmiyor, kin besliyor. 40 yıllık dostuna, hatta kardeşine sırtını dönüyor, suratını asıyor, eller gibi davranıyor… Yumuşamayan yürekleri seviyor ego savaşı. Ego şiştikçe şişiyor ve hiç durmadan fısıldıyor kulağa “Sakın yumuşama”, “Bakma sen onun öyle durduğuna” “Ne çabuk unuttun?!” Ego böylesine baskın olunca da yüreğe susmak düşüyor. Gömüyor sevgisini derinlere. Tanrı’nın affettiği şeyi kul affetmiyor.
Son derece mantıklı, makul nedenler sıralanıyor hep. “Evet ama bu başka…”, “Ama o çok yanlış yaptı..”, “Durup dururken niye affedeyim ki?” Neden mi? Çünkü aslında hepimiz bir ruhuz, gelmişiz gidiyoruz ve gelişmemiz için birbirimize vesile oluyoruz. Yanlışlar yapıyoruz, kırıyoruz, kırılıyoruz, yargılıyoruz, yargılanıyoruz. İnsanız, öğreniyoruz. Ve evet, hiç öğrenmeyenler de var. Ama zaten onlar affedilmeyi “hak ettikleri” için değil, yüreğimizi kirletmek istemediğimiz için affediyoruz. Herkes farklı seviyede. Hayat koskoca bir okul gibi ama tek bir farkla; ilkokul üçüncü sınıftaki bir ruhla doçentlik sınavı veren bir ruh yan yana düşebiliyor bazen aynı sıralarda.
Yani, aslında herkes elinden gelenin en iyisini yapıyor. İçinde bulunduğu şartlar, bilgisi, tecrübesi ve en önemlisi de kapasitesi el verdiğince yapıyor yaptıklarını. Bizim şahsımızla ilgili olmuyor onun “davası”. Ruhsal gelişiminde hangi düzeydeyse oralarda seyrediyor tavırları, tepkileri. Daha iyisini yapamıyor, elbet öğrenecek, hayat eninde sonunda ona öğretecek… Siz affetseniz de affetmeseniz de, onun zamanı ne zaman gelirse o zaman.
Düşünmeyin artık, affedin. Sizden gençlere örnek olun, herkesi şaşırtın,ezber bozun. Siz el uzatın ilk, ders alın tabii ama kin beslemeyin. Bırakın geçmişi geçmişte. Yüzüne karşı olmasa bile yüreğinizde o kişiye “affettim seni” deyin. Gelmişiz gidiyoruz, büyüklük sizde kalsın, yüreğinizi hafifletin.
Sevgiyle kalın...
YORUMLAR