Yeni keşifler ve bilincin kapıları

Tanrıları insanlara, gökyüzünü yeryüzüne, bizi birbirimize, bizi kendimize anlatan, geçmişi gelecekle buluşturan ve şimdiki zamana anlam katan bir dil astroloji. Stonehenge ve Mısır piramitleri benzeri pek çok yapıya baktığımızda, insanlığın gökyüzüyle kurduğu bu ilişkinin kadim zamanlara dayandığını görürüz.


Keşfedilen gezegenler ve astrolojide asteroit sorunsalı

Eski dünyanın evren anlayışı Satürn ile sınırlıydı. Dolayısıyla Antik astroloji sistemi Ay ve Güneş’i de kapsayacak biçimde “7 gezegen” prensibi üzerine kuruludur. Satürn ötesi ilk gezegen olan Uranüs 1781 yılında keşfedildiğinde, o güne kadar bilinen ve değişmez olarak kabul edilen klasik astroloji öğretisinin temeli sarsılmıştır. Uranüs bilinen gökyüzünün sınırlarını genişletirken, 1846 yılından itibaren Neptün de astroloji sözlüğümüzde yer etmeye başlar. Ardından 1930’da Plüton’un keşfi gelir.


Yeni gezegenler dışında 1801 yılını takip eden 7 sene içerisinde “minör gezegen” olarak tanımlanan daha sonra asteroit ismi verilen Ceres, Pallas, Juno ve Vesta keşfedilir. Günümüzde sayıları 1,1 ve 1,9 milyon arasında olabileceği tahmin edilen asteroitlerin henüz sadece birkaç yüz bin tanesi tanımlanmıştır!


19. yüzyılın başlarında hızlanan ve geçen yüzyılın ortalarında artık bir rutin halini alan astronomik keşifler astrolojide şüphesiz bir yöntem karmaşası yaratmıştır. Zira keşfedilen yeni gezegenlerin yansıra, bilinen bütün asteroitleri hesaba katarak sadece tek bir haritayı yorumlamak yıllar sürebilirdi! Astroloji mantığına göre, birini hesaba kattığımız zaman diğer yüz binlercesini de dikkate almamız gereken asteroitlerle nasıl başa çıkacağımızı henüz bilmediğimiz de bir gerçek.


Bu durumda nasıl bir astrolojik perspektif geliştirmeliyiz?


Gökyüzünde nasılsa yeryüzünde de öyledir

“Gökyüzünde nasılsa yeryüzünde de öyledir” felsefine göre aynı zamanda “yeryüzünde nasılsa, gökyüzünde de öyledir” diyebiliriz. Bu nedenle Güneş sisteminin yapısı insan zihninin bir yansıması gibi ele alınabilir.


Her göksel cismin evrenin mistik mekanizması içerisinde sembolik bir anlam taşıdığı muhakkak. Fakat henüz ne bilimsel bir platformda ne de sembolizm dilinde bütün evreni anlamaya muktedir olduğumuz söylenemez. Hal böyleyken, kolektif biçimde kabul gören ve yaygınlaşan keşiflere öncelik vererek astroloji bilgisini genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Örneğin keşfedilen ilk dört asteroid ve Chiron çok ilgi görmüş ve günümüz astrolojisinde yaygın olarak kullanılmaktadır.


1992 yılında Uranüs ve Neptün kavuşumu gerçekleştiği zaman, Kuiper kuşağında bulunan ve Plüton’dan daha büyük olan Eris isimli gezegen keşfedildi. Ardından Sedna, Quaoar, Rhadamanthus, Varuna, Orcus, Chaos, Deucalion, Huya, Ixion geldi. Fakat Neptün ötesi keşiflerden hiç biri Plüton kadar rağbet görmedi. “Gezegen desek mi demesek mi?” tartışmalarına rağmen, yeraltı tanrısı Plüton’un 1930’larda açtığı eşik 2. Dünya savaşını ve süper güçler arasında nükleer enerjiye bağlı avantaj arayışını da birlikte getirmiştir.


Bir gezegenin benzersiz enerjisini hayatlarımızda sınayarak astrolojinin kadim bilgisine dâhil ederken, gezegenin mitolojik isminden faydalanır aynı zamanda gezegenin keşfedildiği zamanda ve sonraki evrelerde ortaya çıkan dünyevi gelişmeleri gözlemleyerek etkilerini tanımlarız. Tarih yeni keşiflerle senkronize biçimde ilerler. Örneğin Uranüs'ün keşfiyle Amerikan ve Fransız devrimleri gerçekleşmiş, Neptün ün keşfiyle komünist manifesto ve spiritüalizm güç kazanmış, Plüton’un keşfiyle petrol ve yan ürünlerinin kullanımı yaygınlaşmış, psikolojide çığır açan gelişmeler kaydedilmiştir.


Ses getiren yeni keşifler kadim astroloji prensiplerini yok saymak anlamına gelmemeli. Aksine kolektif anlamda değişen dünya bilincinde yeni bir frekans olarak benimsenmelidir. Bilmem okudunuz mu? Antik medeniyetlerle ilgili yapılan bir çalışmada, modern zamanlara kadar mavi rengin görülmediğiyle dair bir sav var. Mavi rengi tanımlayan tek kelimeyi ise Mısırlılar kullanmış. Bu enteresan teori çevremizde henüz algılamadığımız bambaşka bir dünya olduğu yönünde çarpıcı bir örnek. Bulunan her yeni gök cismini de yeni bir renk gibi düşünürsek, yaşadığımız dönemleri daha detaylı anlamlandırma şansı elde ederiz.


Güneş sistemi çok daha komplike bir hal alıyorsa, insan zihni de buna orantılı bir gelişme gösteriyor demektir. Geçmişe nazaran günümüz dünyasının kültürel çeşitliliği çok daha fazla. Yani gökyüzündeki yeni buluşlar aynı zamanda kültürel farklılıklarımızı yansıtıyor. Ne demiştik “yeryüzünde nasılsa gökyüzünde de öyledir”.


Plüton’un ötesine uzanan arayış

Sınırlı algılarımızla sınırsız evren arayışında ulaştığımız en son yer şimdilik Plüton. Dünya olarak Plüton’un temsil ettiği ölüm, savaş, diktatörlük, acımasızlık, terör, petrol ve iktidar gibi konuların getirdiği korkunç bir yıkım içerisindeyiz. Bilinen evrenin sınırında o hiç beklemediğimiz kocaman kalbiyle duran Plüton’un ardında gizlenen arketipleri, meleklerimizi, şeytanlarımızı, tanrılarımızı, tanrıçalarımızı, renklerimizi, seslerimizi ve yeni bir hayatı arıyoruz.


David Bowie’nin ölümünden hemen önce yayınlanan “Blackstar” albümündeki Lazarus isimli şarkısı gibi, Plüton yeniden dirilişimizden önceki ölüm anına benziyor. Fakat Plüton nihai yazgı değil. Tüm zamanların zalimlerine rağmen, yeni bir gelecek inşa etmek isteyenler alternatif enerjilerin, hayatı yaşanılabilir kılmayı arzu edenlerse barış, hak ve özgürlüklerin peşinde. Plüton’un ötesinde bulacağımız şey kendi yansımamız olacaktır. Çünkü gökyüzü değiştikçe biz, biz değiştikçe gökyüzü değişir. Kendimizi anlamadan evreni anlayamayız.


Keşfedeceğimiz her şey, içimizde.


Cesaret ve umutla…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir Çok iyiydi...!
    CEVAPLA
  • Misafir off olağanüstü bir yazı sağolun varolun bende bir eşik açtınız
    CEVAPLA
  • Misafir mükemmel teşekkürler
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.