“Ver” dedi “Vermem”dedi…
Bundan yıllar önce yakışıklı oğlumun derslerini kontrol ediyordum. Tarih dersi için cevaplaması gereken sorular vardı. Yanına oturdum, soruları ve cevaplarını okumaya başladım.
Üçüncü ya da dördüncü soruydu yanlış hatırlamıyorsam, çok da önemli değil, o sorulardan birinin cevabına takıldım.
Cevap sadece bir cümleydi: “Ver dedi, vermem dedi.” Soru ise, bir savaşın çıkış sebebiydi. Neden böyle bir cevap verdiğini sorduğumda, “Anne, tarihe bak. Bütün savaşların çıkış sebebi bu. Biri bir şey istiyor, diğeri vermiyor. Sonra savaş çıkıyor.”
O anda ne diyeceğimi bilememiştim. Çünkü oldukça mantıklıydı. Güç ve hırs savaşlarının sebeplerini biz başka şeylere bağlarken yada tarih, aslında çocuklar bunların neden olduğunu çok daha güzel kavrıyorlar.
Yıllar sonra değişen bir şey var mı? Hayata bakıyorum. Hayatıma bakıyorum. İlişkilerde, arkadaşlıklarda, iş ilişkilerinde sorunların çıkış sebebi aynı. Birisi istiyor, diğeri vermiyor. Aşkı, parayı istiyoruz beklentiyle, seviyoruz. Beklentiyle istenen verilen hiçbir şeyin hala bize mutluluk vermeyeceğini anlamıyoruz.
İş hayatında ise, kimin koyduğu belli olmayan kurallar var. Haksızlık yapmak, çalmak, her şey mubah. Hatta bir söz bile var değil mi? “Yalan söyleyenin öldüğü görülmüş mü?” görülmemiş belki ama er ya da geç hepimiz öleceğiz.
Öyle ya da böyle sonuç “yüzleşme” olacak. Anlık kazançlar için kendi ruhlarını satan kişiler hiç düşünmezler mi? Bu hayatın diğer tarafı da var. Yapılan, ne ulvi, ne sufi alemde yanına kalır. Yoksa iki dua, bir namaz işi bitirir diye mi düşünüyorlar? Mümkün mü bir insanın kırılan kalbinin, incinen ruhunun bedeli bu kadar basit ödensin?
Almak için, sahip olmak için hırsa ve güce ne kadar bağlıyız. Nasıl da gözümüz kararıyor, güzelim dostlukları harcıyoruz. Güzel değerler, kitaplarda, olumluma cümlelerinde kalan hatıralar gibi. Bu kadar sevgiyi arayıp da, bir o kadar sevginin yok olduğu bir dönem hatırlamıyorum.
Sezen Aksu’nun bir şarkı sözü var, şimdi bir semt, adı “Vefa.” Sevgi, onur, güzellik, iyilik ve daha pek çok değer de artık yok. Birkaç yürekli, iyi insan mücadele ediyor. Hala deniz feneri misali yıpranarak, yaralar alarak karanlığı aydınlatıp, yol göstermeye çalışıyorlar...
Vazgeçmeden. Kim bilir, belki de hala dünyada güneş doğuyorsa onlar sayesindedir.
Hayata bakıyorum, iki kişi birbirlerini, istediklerini verdikleri sürece seviyorlar. Aşk, hissettikleriyle değil, aldıklarıyla ölçülü.
Dostluklara bakıyorum. Dostluklar, “hayır” demediğin sürece devam ediyor.
Kırıldın mı, üzüldün mü, ifade etmemelisin. İstemediğin bir şey mi var, “hayır” dememelisin. Size bir şey söyleyeyim mi? Böyle yaşamaya değmez. Sahip olmak ya da aldığımızda kazandığımızı sanmak büyük bir yanılgı.
Hz. İsa’nın güzel bir sözü var: “Gözleri kör olanlar çukura düşer”, buradaki göz, gönül gözü. Çukur da, yeniden rahme geri dönmek. Tekrar tekrar, ne zaman ki, gönül gözümüz sevgiyle bakmayı öğrenene kadar.
İşte o zaman özümüz ait olduğu yere, yuvaya varır ya da burada ödülü bol bir hayatı kucaklar. Ödül derken, evden arabadan bahsetmiyorum ya da aldığımız madalyalardan. Ödül, huzurla yaşabilmek, ödül, yastığa başını rahatlıkla koyabilmek.
Ödül, mutlu olmak, mutlu olabilmek… Hepimizin hayatında sadece bir “alma” ya da “verme” zamanı vardır. Sonra bir saksı düşer başımıza - ki genelde en sevdiğimiz kişiler yapar bunu - biz de işte o noktada, “önce ben” demeyi öğrenmeye başlarız. Aramızda kalsın, ben hala öğrenemedim.
Yukarıda Yaratanın bana atacağı saksı kaldığını sanmıyorum. Ancak, öğrenme zamanım geldi sanırım. Bu yıl o kadar çok almaya odaklı insanlar etrafı mı sardı ki!
Onlara da yazık. Öğreneyim de, kendi hayatları için olumsuz karmalar yaratmasınlar. Ama şöyle bir şey oluyor; ne zaman “önce ben” diyecek olsam, “yaa boş ver, sen halledersin” duygusu sarıyor benliğimi ve bir bakıyorum ben yine “önce sen” demişim.
İyisi mi biz “Önce ben diyemeyenler kulübü” kuralım. Şaka yapıyorum. Yazarken gülücük koyuyorum, ama sonra bizim asistanlar kaldırıyorlar. O yüzden ben de altyazı geçiyorum “Bu bir şakadır” diye.
Şimdi iğneyi biraz kendimize batıralım. Biz hayır cevabını kabul ediyor muyuz? Ya da istediğimiz bir şey olmadığında hoşgörüyle kabul edebiliyor muyuz? Bu ikisi konusunda bizim toplumuzun çok hassas ve kırılgan olduğunu düşünüyorum.
Hayır demenin ayıp olduğu bize öğretildiği, biri bizden bir şey isterse ve biz yapmazsak günah ve yanlış olacağı bizlere dayatıldığı için belki de.
Öyle ya da böyle, bu iki hassas durumdan ötürü çok üzüldüğümüz ve güzel dostlukları kaybettiğimiz kesin.
Yıllardır Mel Gibson hayranıyımdır. Şimdi ben ona “ver “desem, o vermese, ne yapacağım yani? Savaş mı açacağım… Gerçi asistanım, “yaşlandı o artık” dedi. Galiba başka bir seçenek bulmalıyım. Ne de olsa ortada savaşacak bir şey kalmamış.
Aşk’la…
YORUMLAR