Sihirli geçit ve bok böceği
Sihirli geçidin yanında bekliyorum. Geçsem mi, geçmesem mi?
Fas'a niyetlenirken tek olmazsa olmazım, çölle tanışmaktı. Yeniayda çölde olacaktım, 2 gün ve geceyi çölde geçirecektim. Kalan 4 haftada da bişeler yapar, bişeler görürdüm işte.
Yol arkadaşım Sebastian'la Essaouira'da kavuşuyoruz. Sebastian Alman. Nepal'de tanıştık, kardeş olduk. Sonra ben İstanbul'a, o Berlin'e... Birbirimize yol arkadaşı olmayı çok sevince başka diyarları da beraber keşfedelim istedik. Etiyopya, Guatemala, şimdi de Fas... Yıllara yayılmış 4. maceramız. Hayatımın en özel bağlarından biri bu yol arkadaşlığı.
Essaouira, Tafedna, Marrakech derken Mhamid yoluna çıkıyoruz. Sahara'yla tanışıp içine dalmak isteyenler için 2 temel rota var Fas'ta. Biz daha sapa olanını seçiyoruz. Mhamid yolun bittiği kasaba. Haritada Mhamid'den sonra yol yok, sadece çöl var.
Mhamid'de Volkan katılıyor aramıza. O da benim buralardan can biraderim. Beraber kutsal yolculuklara çıkmışlığımız, mantar toplamışlığımız, kamp yapmışlığımız, aynı kızdan hoşlanıp durumla yüzleşip efendice çözmüşlüğümüz, erkek çemberleri yapıp sırlar paylaşıp beraber ağlayıp gülmüşlüğümüz var. Çok fena çete oluyoruz yani üçümüz...
Kasabanın birkaç km dışında, kampta kalıyoruz. 2-3 yatak sığan toprak yapılar. İçeriye kum dolmasın diye kapının altına örtü sıkıştırmaca, minicik pencereleri hiç açmamaca. Kamp sahipleri kuyudan sağa sola su akıtıp sabırla yeşillendirmeye çalışıyorlar etrafı. Sağda solda 3-5 çiçek, sebze fideleri. Etrafta dolanıp cik cik öten birkaç kuş. Minyon ve sağlıklı 2 sarman kedi. Sarman ailesinin yeni doğmuş yavruları da yapılardan birinde takılıyorlar. Allah kediden ayırmasın.
Kasabayla kamp arasındaki birkaç km'lik yol mezarlık gibi. Yürürken bissürü iskelet görüyoruz boy boy. Kuş, köpek, kedi, katır ve bilumum hayvan. Bazısı kemikten ibaret, bazısı et-kemik karışımı, bazısı bayaa yeni ölmüş. Yeni ölenlerin ifadeleri korku filminden fırlamış gibi, özellikle birini hiç unutmayacağım. Ölüm ve yokluk çok çarpıcı çölde.
Mhamid'de 2 gece kaldıktan sonra çölün içlerine gitmek istiyoruz. Volkan diğer sorduklarımızdan çok daha uygun fiyata birileriyle anlaşıyor. Bi 4×4 ile Sahara'nın 60 km içlerine, Erg Chigaga isimli dev kumullara götürecekler, 2 gece kalacağız, 3 öğün yemeğimizi verecekler. 2 saatlik yolu deveyle 5 günde gitme seçeneği de var ama mabadlarımızı gelecekte de kullanabilelim diye 4×4'te karar kılıyoruz.
Arabanın yanına vardığımızda uygun fiyatın bedeliyle yüzleşiyoruz. Araç cip diil, kamyonet. Ve kamyonetin içi dolu. Bizi ve diğer 6-7 kişiyi kasaya atıyorlar. Koca koca sırt çantaları, erzak çuvalları ve insan yığını. Üçümüz daracık bi alana, mülteci teknesi stayla sıkışıp çömüyoruz. Ayaklarımdan biri Volkan'ın kıçının altında, diğerinin üstüne erzak çuvalından patatesler yığılıyor. Solumda Sebastian biraz gülerek biraz endişeli, "Güneş kremi kolayda mı?" diye soruyor. Iıh, kremle aramızda çeşit çeşit canlı-cansız katmanları var gardaşım, mümkün diil. Volkan ne kadar şalı, örtüsü varsa kafasına, yüzüne sarıyor. Ben djellabanın başlığını kanırtıp, yüzümün çoğunu örtüyorum. Sebastian daha az kumaşla daha yaratıcı çözümler üretiyor. Ve güneşin altında, "inşallah kum fırtınası çıkmaz" duaları eşliğinde, çölün içlerine ilerliyoruz. Güzel bişeler görebilmek için sefil olmak ilk kez başıma gelmiyor. Yapacak bişe yok.
20 dakika sonra içeridekiler acıyorlar herhalde, "Sıkışırsak 1 kişilik yer açılır, biriniz gelin." diye camdan sesleniyorlar. Uyuşmuş ayaklarımı, yüzümdeki ifadeyi gören Sebastian beni gönderiyor içeriye. Hem ben hem arkada alana kavuşanlar kısmen rahatlıyoruz. 1 saat sonra bi kuyunun yanında mola veriyoruz. Çölün göbeğinde kuyu da ne değişik bi kafa. Anlaşmayı yapan olduğu için Volkan biraz rahatsız sefaletimizden. Kalacağımız yerdeki sudan, yemekten zehirlenmediğimiz sürece bunların komik hatıralardan ibaret olacağında anlaşıp rahatlıyoruz.
2 saatin sonunda varıyoruz kalacağımız kampa. Yüzümüzde gülücükler, "Oha lan, neredeyiz!" deyip duruyoruz birbirimize. Her tarafta dev kumullar ve uçsuz bucaksız Sahara... Ortak alan ve yemek yenilen yer işlevi gören genişçe yapıya oturuyoruz. Nane çayı geliyor, tütünler sarılıyor, keyfimiz şahane. Az sonra öğreniyoruz ki kampta sadece biz olacağız. Allah be! Kalabalık yok, gürültü yok, abuk subuk turist eğlendirmeceleri yok. Kendi ateşimiz, kendi müziğimiz, kendi ritmimiz... Rüya gibi. Komik ince bıyıklı, kıvırcık saçlı, 20'lerinin başlarındaki Muhammed kalıyor sadece, yemek yapıp, göz kulak olmak için. Birkaç saat sonra şahane bi yemekle geliyor Muhammed. Çok mutluyuz. Yaşasın ucuz seçenek! Tatlı niyetine "Yoldaş Mango"yu getiriyorum.
Fas'taki 2. günümde, Essaouira'da pazara gidiyoruz Sebastian'la. Diğer şeylerin yanında Sebastian 2 avokado alıyor, bense 1 mango. Diğer şeyleri yiyoruz, bunlar kalıyor. 2 avokado ve 1 mango bizimle Tafedna'ya, okyanus kıyısına geliyorlar. Orada başka şeyler yemeye devam ediyoruz ve 2 avokado+1 mango yolculuklarına Marrakech'te devam ediyorlar, bi de büyük şehir görmüş oluyorlar. Marrakech'teki hostelden bi gayret sırt çantamızı toplayıp ayrılmak üzereyken Sebastian meyveleri 1 haftadır taşıyor oluşumuzu fark edip, kahkahalarla bana da fark ettiriyor. Gülmekten perişan olmamız bittiğinde Sebastian ahı gitmiş vahı kalmış avokadoları bırakıyor, bense mangoyu "Yoldaş Mango" ilan ediyorum. Ve benimle çölü göreceğinin sözünü veriyorum. Otobüs yolculuklarında ve Mhamid'de de direniyor Yoldaş Mango. Ve çölü görüyor dünya gözüyle... Yüzümde bi gurur ifadesiyle dilimleyip paylaşıyorum Yoldaş Mango'yu. Fas'ın çoğunu gören Yoldaş Mango mutlu, çölün ortasında bal gibi mango yiyen bizler mutlu...
Çöl... Gördüğüm diğer yüceliklerin yamaçlarında hissettiğim miniciklik hissini çölde de hissediyorum. Çaresizlikle karışık bi miniciklik bu. Kolayca kaybolabilirim, kolayca hasta olabilirim, kolayca ölebilirim. Günlük hayatta yaptığım artislikler, insanlığın ulaştığı medeniyet seviyesi, kurduğum bağlar, geçmişim, hayallerim, içimdeki fırtınalar vs. hepsi saçma sapan bi hiçliğe dönüşüyor burada. "Akıllı ol len!" deyip bi tane enseme patlatıyor çöl.
Çöl... O haliyle bile yaşam barındırıyor. Hala tek tük bitki var üzerinde. Orada burada develer takılıyor. Kuşlar çıkıyor arada meydana. Kamplarda insanlar barınıyor. Yokluk, kıtlık, "ama" demeden, olanla yaşıyorlar. Söylenmenin, kaprisin, olmayana ağlamanın hiçbi şeye yaramayacağı bi yer burası.
Çöl... İnmesi çok kolay, çıkması çok zor. Dalga geçe geçe, sakatlanma ihtimali olmadan, gömüle gömüle iniyorum her defasında. Çıkarkenki her adımım ise mücadeleye dönüşüyor. Nefes nefese varıyorum bi kumulun zirvesine, durduğum yerden çevreme bakıyorum ve bissürü kumul daha görüyorum çıkmam gereken. Her defasında "Tamam, artık yeter!" deyip, bi sonrakine geçiyorum. En yüksektekine yaklaşıyorum ama 2 kumul kala pes ediyorum. "En güzel manzara"dan vazgeçiyor, gücümün yettiği yerdeki güzelliği izlemeye koyuluyorum. Zorunda kalarak da olsa "en"den vazgeçebilmek güzel. "En"in sonu yok. Yorgunsam yorgunum. Gücüm yetmiyorsa gücüm yetmiyor. Haddimi kolay kolay bilemiyorum genelde. Çöl haddimi bildiriyor.
Ateşimizi yakıyor, müziklerimizi dinliyor, bazen ateşe bazen yıldızlara bakıyoruz. Bazen dertleşiyor, bazen eğleniyor, sık sık susuyoruz. Herkes kendi yolculuğunu yapıyor, kendi çölüyle yüzleşiyor. En tepeye çıkan, bizden çok yorulan Sebastian erken yatıyor, Volkan'la devam ediyoruz susmaya. Bi süre sonra Volkan da giriyor içeri. Gece çok soğuk, tüm kıyafetlerimi giyip, 2 battaniye ekleyip durabildiğim kadar duruyorum. Sessizliğe, ateşe, yıldızlara, çöle doymaya çalışıyorum nafile. Bi süre sonra ben de giriyorum odaya. İçerisi görece sıcak. Zifiri karanlık odada, sessiz hareket etmeye çalışarak djellabamı çıkartıyorum. Çıkartırken kumaş elektrikleniyor, karanlığın içinde şimşekler görüyorum. Aklım çıkıyor! Daha çok şimşek için oynayıp duruyorum kumaşla. Minik lightning bolt'lar atıyorum sanki. Bi yaşıma daha giriyor, bi oyuncağa daha kavuşuyorum.
Sonsuzlukta takıldığımız günlerin ardından Mhamid'deki kampımıza geri dönüyoruz. Gördüğümüz deliliği sindirebilelim ve medeniyete dönmeden geçiş olsun diye 2 gece daha kalmaya karar veriyoruz. Bazen yürüyüşler yapıyor, iskeletlerle hatıra fotoğrafları çektiriyor, shithead (hayatıma damgasını vurmuş bi kağıt oyunu) oynuyoruz; bazense çölle yalnız kalıp yolculuklarımıza devam ediyoruz.
Son gün kamptan azıcık uzaklaşıp bi çam ağacının gölgesine oturuyorum. Ağacın boynu oldukça eğik, ancak dibindeyken ve oturur haldeyken gölgesinden faydalanabiliyorum. Gövdesi bükülmüş, kumlarla arasında oluşan açıyla adeta minik bi geçide/portala dönüşmüş. Gövdenin kenarında oturmuş izliyor, dinliyor, duruyorum. Aşklar geçiyor birer birer gözlerimin önünden, ölümler geçiyor. Aşklar ve ölümler dışında kalan ıvır zıvır da uğramaya çalışıyor ama hemen kayboluyor. Aşk ve ölümle yüzleştiğinde şekilden şekile giren Baranlar bir bir çıkıyorlar tekrar karşıma. Gülümsetiyor, ağlatıyor, öfkelendiriyor, korkutuyorlar.
Aldığım kararlar çıkıyorlar karşıma. Kararları uygulayamayışlarım çıkıyor. Kendimi çok bişe sanmalarım çıkıyor. Oradan çakılıp yok oluşlarım izliyor. Kendi oluşlarımı, olamayışlarımı çevremdekilerin deneyişleri, çırpınışları takip ediyor. Ya şu yanına oturduğum gövde sihirli bi geçitse? Kadim ağaçların, ulu dağların, okyanusların, mutlu anların şahitliğinde dönüştüremediklerimi onun içinden geçerek dönüştürebilirsem?
Ayağımın dibindeki bok böceğini görüyorum. Kendi kadar bi parçayı bi gayret sürüklemeye çalışıyor. Minicik bi rüzgarda bokun altında kalıp çırpınıyor, rüzgar dinince gıdım gıdım sürüklemeye devam ediyor. Sihirli geçide bakıyorum...
Sihirli geçitten sürünerek geçiyorum. Sonra "ya yanlış tarafından geçtiysem?" deyip bi de diğer tarafa doğru sürünüyorum. "Allah'ın hakkı 3'tür" deyip son bi kez daha sürünerek portaldan geçiyorum. Şahitlik, hızlı dönüşüm, mucize falan kasmamaya, çölde bi çam ağacını portal belleyip defalarca altında sürünmenin tadını çıkarmaya ikna oluyorum sırıtarak.
Az sonra bi kum fırtınası çıkıyor. Bok böceği başladığı yerin çok gerisine yuvarlanıyor. Ben de ardıma bakmadan kampa koşuyorum.
YORUMLAR