Akıl vermek istemenin dayanılmaz arzusu
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşım “kendi 20 yaşındaki halimin ağzının ortasına iki tane çakasım var” dedi. Kim çocuğu hayatın ilk 40 yılındaki tepişmeyi birkaç yılda atlasın istemez? Zannediyorum belirli bir yaşı gören insanlarda zuhur eden öğüt verme, akıl verme tutkusu böyle bir motivasyondan kaynaklanıyor.
Genç insanlar için ise nasihat kadar antipatik bir şey yok. Zaten hangimiz nasihat dinlemişiz de onlar dinleyecek. Ama artık bilmiyorum, her nedense, muhtemelen bu sene 40’ı gördüğüm için, bende de bir nasihat magması fokur fokur kaynamaya başladı. Yoldan geçen gençleri “bak evladım....” diyerek kenara çekesim var.
Artık ne biliyorum bilmiyorum ama ak saçlı nine gibi ışıklar arasından çıkıp gençlerin kulağını çekmek istiyorum. Bir yandan akıl vermek yanlış diye öğrenmişiz, bir yandan canım istiyor, kendimi tutuyorum.
Sonra düşündükçe, hem bu içimden gelmeleri hem kendimi tutmaları fark ettikçe, bir şeyleri anladım. Koştum Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabının ilgili sayfalarını açıp tekrar tekrar okudum.
Bu nasihat isteğini tutmaya çalışma modernlik adına düştüğümüz bir başka gerzekliklerden biriymiş onu anladım. Nasihatten kastım, “evladım sen toysun bir şey bilmiyorsun, ben her şeyi biliyorum, otur anlatayım” gibi bir tutum değil elbette. Ama anadan kıza, babadan oğula... Deden toruna aktarımın önünü kesen tuhaf bir geri durma var modern bir tavır sergilemek adına. “Geleneklerimiz göreneklerimiz ölüyor” a bağlamak niyetinde değilim. Ama bir nesilden ötekisine, oradan diğerine geçen bilgeliğin önünü tıkadığımız görüşündeyim.
Gençler toy ve kendini bilmez oldukları biz hayatın anlamını çözdüğümüz için değil. El alıp el verdiğimiz için. Nesiller boyu biriken bilgeliği göğsümüzde bilmeden taşıdığımız için...
Benim annemle ya da babaannemle/anneannemle böyle bir ilişkim olmadı. Ama gene de şimdi eşeledikçe karşıma bana aktarılan bilgelik tortuları önüme çıkıyor.
Annem biz küçükken bazen istihareye yatardı. Uyanıkken bilinemeyecek şeylerin uykuda malum olduğuna inanırdı. Küçükken bana tüm bunlar deli saçması ve bir hayli geri kafalı gelirdi. Rüyaların önemini ve uyanıkken bize malum olmayan bazı gerçeklerin bilinçaltının derinliklerinden çıkıp rüyalarda belirdiğini keşfetmek için psikanalize başlamam, 38 yaşına kadar beklemem gerekti.
Babaannem birçok acı yaşamış ama ruh sağlığını hiç kaybetmemiş bir kadındı. Gerçek bir hayalperestti. Bol bol geleceğe dair iyimser hayaller kurar, kendini içinde bulduğu durumun vahametine kaptırmazdı.
Ananem kelimeler uydururdu. O kadar çok uydururdu ki kelimelerin tam anlamını ne o ne biz bilirdik. Bir kısmını kendi annesinden öğrenmişti, Saime Nene çok daha büyük bir kelime uydurucuydu. Annem de arada uydururdu ama her jenerasyonda uydurma işi biraz daha zayıflamıştı. Kelimelerin hemen hepsi komik ve saçmaydı. Tekerlemeye andırırdı. Anneannem kızınca kızdığını anlar ama arada küfür olduğu varsaydığımız o kelimenin anlamını bilemezdik. Sorsak muhtemelen o da bilmezdi.
Günün sonunda ben de önce gazeteci sonra yazar oldum. Hayatımı ihtimal o ki onlardan bana geçen kelime cambazlığı ile kazandım.
Bizim önceki nesillerin bilgeliklerini içimize almaya direnişimize rağmen bir çok hazinenin aktarıldığını düşünüyorum. Takdir edersiniz ki bunlar nasihat şeklinde bir aktarım değil. Ama bu katarımı tamamen reddetmeyi de anlamlı bulmuyorum.
Benim de kızıma verecek üç beş nasihatim, keşfettiğim hazinem, önceki nesillerden aldığım eller var.
Not: Ladin’e nasihatlerimi önümüzdeki haftaki yazıda bulabilirsiniz.
YORUMLAR