Apoletsiz paşalar
Televizyondaki eski Türk filminde, kötü karakter telefonu kaldırıyor. ‘Cemil, ben Niyazi, Murat az önce geldi sevgilisiyle, köşke kapandılar’ diyor.
Niyazi kafasını kaldırıp da kameraya bakınca göreceğiz, Niyazi şaşı. Artık ne dizilerde, ne filmlerde kimse şaşı değil. Kimse çirkin değil, kimse fakir değil. Varsa az biraz fakirlik var, ana hikayeden şoförlü arabalar, yan hikayelerden minibüsler geçiyor.
Senaryoya göre zenginlerin bir yerinden bir dramı, parasıyla çözemeyeceği bir derdi olmalı, bir yerlerden bize benzemeli, kalbi kanadı bir yerinden kırılmışsa acıyıp sevebilmemiz için!
Senaryoya göre herkes akıllı, herkes planlı, herkes güzel olmalı. Safları ve çirkinleri sevmeyebiliriz. Bir tencere setinin sunduğu dizinin reklam arasında birbirimize ‘aman o da çok saf’, ‘öteki de çok çirkin Allah affetsin’ diyebilmeliyiz. Ve senariste rağmen hayat en sevdiğimiz karaktere istediği kızı, arabayı vermemeli, babası annesini dövmeli, kardeşi bir kere severek bir kere sevmeyerek evlenmeli. Hatta senaryoya göre bütün çıkmaz sokaklar bile bir yere bağlanmalı.
İnsanlar korkularıyla ancak yaşam koçları sayesinde yüzleşmeli, melek terapisine gitmeli, ve tam bu esnada bir yerlerde bir sahil olmalı. Yılın bu vaktinde bütün kahve fallarında biri hepimize, ‘Sana bir yol var’ demeli. Fallar çıkmalı, ilk otobüsle sahile gitmeli.
Gazetelerin seyahat ekleri gerçekleri halktan saklamayıp, şunu yazmalı: ‘Temmuz, Ağustos’ta değil de Eylül’ün ortasında gidin tatile! İskelede üşürseniz havluyu altınızdan çekip, üstünüze serin. Sahilde çocuk görmezseniz şaşırmayın, hepsi okulda. Ve yan şezlongdakileri dinlemeyin. Onlar emekli askerlerin hanımları.’
Altı asker hanımı, dokuz şezlonga yayılmış. Üçünde deniz çantaları istirahat etmekte. Sözcü gazetesi okuyup, sahilleri koruyorlar. Sırayla denize girip, saçlarını ıslatmadan denizden çıkıyorlar. Paşanın hanımı, ‘Sen şuna yat, sen de şuna’ diyerek şezlong düzenini açıklıyor. Kendisi en geniş ağacın gölgesinde. Yılın yarısını beyaz, diğer yarısını siyah geçiren bir paşa hanımı ne derse sahilde o oluyor. Paşanın hanımı, albay hanımlarını etrafına serpiştiriyor. ‘Çocuğum, alo!’ diye sesleniyor sahilde kalan tek çalışan çocuğa.
‘Çocuğum adın neydi senin?’
Hüseyinmiş adı.
‘Hüseyin, çocuğum, tuvaletler rezalet, yerler pislik içinde, ama bunları halledin artık, yani bütün bir yaz katlandık ama şimdi boş da kaldınız, olacak şey mi?’
Hüseyin, tek kaldığını, herkesin memlekete gittiğini anlatıyor. Söz sırası kendisine gelen emekli albayın hanımı gerilimi artıracak, eşinin alamadığı paşalığı tek soruyla sahilde almanın peşinde. ‘Sen okuyor musun?’ diyor Hüseyin’e. Hüseyin, ‘Okuyorum efendim’ diyor. Peki nerde? ‘Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ diyor Hüseyin. Hüseyin içtimada, sorular arka arkaya geliyor. Hangi bölüm? ‘Sanat tarihi efendim’ diyor Hüseyin. Hem Van’da, hem de sanat tarihi? Allah allah! Çok şaşırıyor asker hanımları.
Çünkü hanım paşaların filmlerinde Hüseyinler hep yan hikaye. Hüseyin sanat tarihini ne yapacak? Hüseyin emir eri olmalı, orduevinde patates soymalı, Hüseyin’in annesi üçüncü sayfada babası birinci sayfada olmalı. Asansörler çakılmalı, üst geçitler çökmeli. Hüseyin üçüncü sayfadan kültür sanata geçmemeli. Bu finali sevmiyor asker hanımları.
Hayatının özeti emir kiplerinde saklı apoletsiz hanım, ‘Çocuğum’ diyor, ‘sen şimdi hepimize gözleme getir, yanında da kapalı ayran, bir de acele et, ben açken çok sinirli oluyorum!’
YORUMLAR