Şimdi sırası değil ama
Perulu bir komşumuz var mahalleden. Hep rastlıyorum. Bazen metroya biniyoruz beraber, bazen o ucuza çikolata kaplı bademleri satan Japon bakkalında karşılaşıyoruz. Üç çocuğu var, küçükler. İkisinin ellerini tutuyor, sırayla, biri pusette. Birinin elini bırakınca ötekine ‘sen tut kardeşinin elini’ diyor kafasıyla, dillerini bilmiyorum ama hep "Ayrılmayın benden" diyor gibi. Biri kaybolursa, herkes kaybolacak.
Kadının dünyadaki tek hazinesi onlar sanki, ikisi kız, biri erkek. En büyükleri en fazla 6 yaşındadır. Gözleri 36 yaşında gibi baksa da. Karşılaşınca gülüyoruz birbirimize, herkes yerli yerinde, çocuklar onda, bende bir baget ekmek, onlarda üç. Zeytinli küçük ekmeklerden alıyoruz bazen iki sokak yukardaki fırından, beş tanesi 6 dolara.
Bildiğim şey şu: O fırına Kadıköy’ü daha az özlemek için yürüyorum. Hem belki onlara da rastlarım diye geçiyor aklımdan. İnsan niye yürür? Bazen unutmak için, bazen kafasını toplamak için. Spor amaçlı yürümek bana göre değil.
Ve bunları yazarken şunu düşünüyorum. Benim şimdi bunları yazmamam lazım değil mi? Yani oturup da şehri adım adım yürümemden, bazen parktaki banka oturup kendi kendime konuşuyor olmamdan bahsetmemem lazım. Çünkü belki de öbür kıtadan bir ayıp ediyorumdur. Çünkü müşterek dertlerde, dramlarda buluşmamız lazım. Benim Emine Hanım’ın eşine laflar hazırlamış olmam, oradan belki Ebru Gündeş’e sıçramam lazımken kime ne Perulu kadından?
Ki kabul ediyorum; halihazırda müşterek bir derdimiz var, sınıfın ilk dersten sevmediği Din ve Ahlak Kültürü hocasını yıllardır dinliyoruz. Ve ne ders bitiyor, ne de ben "Benim öbür ders için harita odasına bir bakmam lazım" diye dersten kaytarabiliyorum. Çünkü sınıfın beni kınamasından, dersi koridorlarda kaynatmaktan çekiniyorum.
Çünkü bir ayıp furyası var. Kimse üzerine alınmasın ama durum ortada. Sen ben diye ayırmayacağım. Bu "ayıp" furyası nasıl başladı başını kaçırdım. Gündem dışı konuşanlara, "Diego dur allasen ortalık zaten karışık" yazılıyor. Bizim bilmediğimiz, gizli bir liste var demek ki, birisi çıkıp, "Şimdi sırası mı?" diye soruyor. "Unutursam kalbim kurusun" diye yeminler ediyoruz sabahtan akşama kadar ama zor, insan her şeyi kalbine, aklına sığdıramıyor. Hem bu kadar unutturulmaya çalışılırken nasıl olacak? Unutursak kalbimiz kurumasa da hatırlar da görmezden gelirsek kalbimiz kurusa?
Müşterek ölülerimiz, müşterek kayıplarımız üzerinden barışmaya çalışırken, bir de birbirimizin kafasını gözünü kırmamaya çalışsak çok mu zor? Oturduk hep beraber bir çocuğun uyanmasını bekliyoruz aylardır. Her maçta Ali İsmail anılacak mı diye sus pus oluyoruz. Baksanıza her gün başka bir veda panosuna bakıyoruz. İşlerinden gönderilenler, sırf bir şeye taraf olmadılar diye belki önümüzdeki ay kiralarını ödeyemecekler.
Hem çok merak ediyorum; "şimdi sırası değil"ciler hiç mi peynirli böreği reçele daldırmadı? Kimse annesi "Evde bulgur var yanında da nohut" dediği halde hiç mi eve giderken bir çeyrek kokoreç atmadı? Ya da yarınki sınav orada dururken camdan dışarı bakıp da o kızı düşünmedi? Sakızları yutma dedi babalarımız yutmadık mı? Mantıları çiğ çiğ yeme, karnında kurt olacak dediler, yemedik mi? Hem doğru, hep sıralı mı davrandık?
Rica ediyorum, asıl şimdi birbirimizin canını yakmanın, sıkmanın sırası değil. Aramıza duble yollar, yolsuzluklar girmiş, milli içeceğimiz ilan ettiği ayranı içip biz ayrı düşmeyelim. Hem ne demiş Pink Floyd? "Birlikteysek ayakta dururuz, ayrılırsak düşeriz."
YORUMLAR