Yalnızlar ve laleler…

Hep aynı soru. Günlerdir. ‘N’aber? Nasıl gidiyor? Alıştın mı? Sıkılıyor musun?’

Densiz ya da yersiz sorular değil. İstenerek yaşanan bir kalabalıktan, -gene yine gine- istenerek seçilen bir yalnızlığa güm diye düşünce sordurur bu soruyu hayat sana. Kızamam, ne sorana ne sorduran hayata.


“Aranıyor sahibi ruhumun, tam yerine mi düştüm?” diye bir şarkı sözü çıkıp gelse de aklına, cevap ister sorular…


Öyle her vakit yaratıcılık bana mahsus değil, aynı tondan cevaplarım bazen uzun bazen kısa: “Yoo, sıkılmıyorum, iyi bile geldi, bak valla” elbette bazen kuytuya saklanan yalanlarla.


Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler’inden, “Anneannemin son ölümü” hikâyesindeki cümle düşer aklına. Tuz buz olmadan, kelimesi kelimesine: “Eko yapacak bir uçurumun kenarına gidip “Fuck you!” diye bağırmak istedim. Sıkıntılı anlarda kullanılan bi” deyim. Amerikan İngilizcesinde “canın cehenneme” demek.”

Yok ama ya bu doğru cevap değilse? Yedi saat farkla üzerse, kıtalararası gözyaşı olimpiyatını başlatırsa? “Yapacak çok şey var ya burada, ne sıkılması? Valla, iyiyim merak etme. Senden naber?” Yalnızlık dediğin 9 harfse senin hissettiğin 29 harf gücünde. Bak gelmiş duruyor yanı başında.


Kuru temizlemeden çıkmış torbasında duran jilet bir gömlek gibi, aklına gelen cevaplar o kolalı yakalar gibi keser atar kıtaları. Ama kapı gibi tesellin yanında duruyor çocukluktan kalma kelimelerle: “İki gözüm önüme aksın, bir tek ben değilim yalnız, burası yalnızlığın başkenti.”


Herkes mi yalnız olur bir şehirde? Gel de bak, parktaki sincaplarla yap sağlamasını. Hayatımda hiç bu kadar yalnız insanı bir arada görmemiş olabilirim.


Metroda, kitapçıda, markette, barda herkes birbirinin gözünün içine “Yalnızım, üç yıldır belki de dört, seninki kaç yaşında?” diye bakar mı bir şehirde? Hep aynı cümleler. Hep. Bu şehre gelenleri girişte yalnızlık parantezine aldılarsa.



Oturdun bir restorana. Steve Jobs iyilik etmemiş bu insanlara. Boynu bükük bırakmış koca bir kıtayı, belki de dünyayı. Herkesin başı eğik, gözü bir ekranda. Yaşananlar, duyduklarım hangi dizinin tekrarının tekrarı?


“Onu beğeniyorum. Belki tekrar buluşuruz. Ama aramadı iki gündür baksana.”

“Yok onunla bir daha buluşmayacağım. Yemekte çok sıkıldım. Şimdi öbür kızdan haber bekliyorum.” “Kalbimi kırdı. Facebook’tan eklemiştim, atmadım daha ama. Bilmem ki bir şans daha versem mi acaba?” “Doğum günüme çağıracağım onu ama ya ötekini? Kafam karışık da…” Jamie’ler mi istersin, Adam mı, Albert mı, Juan mı, Julie mi, Christine mi?


Çıktın kafeden gittin maniküre pediküre. Seninle ilgilenecek kadın, pek kibar, sahte de olsa. Truman Show’dan çıkmış gibi de o gelmiş Nepal’den. Üç çocuğuyla. Nedeni yok. Gelmişler işte. “Olmadı bizim oralarda” Evini bırakmış Nepal’de. Ailesi de orada. Görmemiş anasını babasını 8 yıldır. Babası Alzheimer’mış, anası bıkkın. “Ah” dersin. “Nasıl peki? Yani hayat?”


Katmandu’dan gelir cevap, 10 saat farkıyla. “Yalnızız ama gidiyor bir şekilde.” Yalnızlığını alsın diye ufak sesinle, google imajlarından gördüğünü anlatırsın, “Güzel memleket, tapınaklarında otursam da kalkmasam” ayıptır, sizin oralarda masaj beş lira demezsin.


Ama o yine de der sana, “Yorgun gözüküyorsun, omuzlarına masaj ister misin?” Yok yok. Bir benim mi omuzlarım ağrıyor? Yalnızlık dediysen, bak sokağa, herkesin omurgasında.


Sonra metroda. Karşında bir çocukla annesi. Yanlarında bir adam. Adamın soyadı başka, ailesi var mı yok mu, ama belli ki aileden değil. Kim bilir kaç durak önce tesadüf etmişler. Kız anlatıyor. “Okulda çok komik şeyler oldu anne. Lisa bana vurdu, ben de ona. Sonra Marc beni kurtardı.” Kıkırdıyor küçük kız. Belli ki Marc’ı duyacağız bundan sonra da. Annesi dinliyor gibi yapmakta usta. “Hı hı. Anladım. Peki, Lisa sana niye vurdu?” Hiç şakacıktan vurmuş Lisa. Marc kurtarmış ya. Yanlarındaki adam katılıyor konuşmaya. Sesini yükselterek. “O Lisa bir daha benim gözüme gözükmesin!” Annesi kızını çekiştiriyor yanına, git gide daha da yamacına. Adam yalnızlıktan, ağzında bir Lisa lafıyla. Tutamıyor derdini: “Hangi durakta ineceksiniz, ben de sizinle inebilir miyim? Çok yalnızım ve açım da…” İniyorlar, adam da onlarla. Aklımı bırakıyorum 28. durakta. Kadınla kızı merdivenlerden koşuyor, adam da arkalarından. Yalnız ya.


Eve gidersin. Mesaj gelir. Daha stajyersin ya yalnızlıkta, yoklama vakti. “Sıkılıyor musun? Ne yapıyorsun bir başına?” Yok yok sıkılmıyorum da, çok korktum metroda, yalnız bir adam vardı, hani o dizilerdeki gibi, indi onlarla, ne hikaye değil mi? Anlat, geçiştir işte, iki kişiysen başka bir yalnızın hikayesi avutur nasılsa.


Sonra sokakta. Karşıdan üç kız gelir. Sarışın mı sarışın, süslü mü süslü. Kutba gitsen Türk bir penguen görsen anlarsın ya gözlerinin çukurundan, o kaşlarının ta üzerindeki virajdan, “Türkler mi acaba?” Yaklaştıkça seslerle jestler. Evet Türkler. Konu ne? Şaşırma. Kürtlerle barışma süreci! Ellerinde luyivitonlar, dillerinde akiller. Duymamışsın günlerdir.


Saatlerdir. Gülsen gülünmez. Ama üzülmek kuponla. “Yanlış mı duyuyorum” dersin? Ayda ezanı duymak gibi bir şey zira. Yok devam ediyor konuşmaya.


“Hah bak işte onu diyorum, buranın Kürtleri de zenciler!” Kızgınlar. Sana bana. Zenciye, beyaza. Artık etrafta kim varsa, rulet oynuyor, her şeyini siyaha yatırmış, grisi yok. Sınır tanımayan asabiyetleriyle. Bilmem nerden kalkmış gelmişler buraya, ayaklarındaki cam kırıklarıyla. İyileşmeye niyetleri yoksa. Hâlbuki burada bu kadar yalnız insan birbirine yalandan da olsa iyi gelmeye çalışıyorsa…


Yok. Türküz biz, yemeyiz bu oyunları, hem belki bu da Amerika’nın oyunuysa?


New York sokaklarında herkes ama herkes yalnızken, ama yine de her şeye rağmen bahar geldi diye sokaklardan inadına kahkahalar yükselirken, dükkanlarda “Hoş geldin bahar” bayrakları satılırken ve herkes aşık olmaya çalışırken…


Bizimkiler layık olmadıkları bir hayatı bağır çağır tartışıyor. “Pes arkadaş!”, devre olsa da 15 dakika içinde oyun taktiğimi değiştirsem, içimdeki Tanju Okan’ı sustursam, avaz avaz “O bana dert, ben ona mutluluk verdim” demese…


Evdeyim İçtima vakti. “N’aber? Nasıl geçti günün?” “İyi iyi, bizim haberlere bakıyorum.” Ah ne tesadüf. Daha bugün lalelere bakmıştım meydandaki pazarda. Egemen Bağış diyor ki: "Avrupa’da ve dünyada gittiğim her yerde bana İstanbul’u soranlar ve övenler artık İstanbul’un lalesini övmeye başladı."

Egemen Bağış yerden göğe kadar haklı, laleler, her yerde.

Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.