Korkuyorum, devam
Bir yıl sonra tekrar Flora’dayım. Ayşe’nin hevesle anlatıp durduğu Flora. Benim ve birçok dostumun her fırsatta koşup geldiği şifalı bahçe.
4 sene önce buraya ilk kez geldiğimde karanlıktan çok korkuyordum. Gece ormanda dolaşmayı bırak, tek başıma dışarı çıkmaya çekinirdim. Ormanı ağaçları bu kadar çok seviyorken karanlığından korkuyor olmak iyi gelmiyordu elbette, eksik hissediyordum, üzülüyordum. Ben de gidip orman tarafındaki keçiboynuzu ağacının altındaki çadırda uyumak istiyordum, tek başıma gece ormanının tadını çıkarabilmek istiyordum. Ama bunun üstesinden nasıl gelinir hiç bilmiyordum. Hayatım boyunca hep bir şeylerden korkmuştum. Bu korkularla ne yapılır bilmiyordum.
Ya önemli bazı aşamalardan geçip bazı enteresan deneyimler sonucunda bu korkumu aşacaktım, ya da bir mucize olacaktı. Başka türlüsü aklıma gelmiyordu.
Meselenin çok başka türlü olduğunu keçiboynuzu ağacının altında yalnız uyandığım ilk sabah anlayacaktım.
Bu bir ‘korkularımı nasıl yendim’ yazısı değil. Ormanda yeterince zaman geçirip öyle bir yazı yazmayı hayal ettiğim de oldu doğrusu. Yolculukların dolambaçlı yollarda, kapılarda gerçekleştiğini unutup her bir yolculuğu bir ‘tırmanış’ gibi gören modern anlayışa kapılıvermişim. Hep bir ‘başarmak’, hep bir ‘ilerlemek’. Bu korkumu ‘yenmeyi’ başardığımda da gururla yazıp anlatacaktım, başka biri olacaktım o zaman.
Bazı yolların ilerlemeden geçilebileceğini öğrendim. Bazılarında sadece biraz yürür, biraz durur, zaman geçirir, oradaki kapılardan başka yollara bağlanır, bazılarında da tam tersi istikamete yürürmüşüz meğer. ‘Yenilecek’ bir şey de yokmuş çünkü halihazırda savaşmıyormuşuz.
Benim karanlığın üzerine yürümem de benzer şekilde oldu. O sırada Flora’da kalan herkesin ‘durumumdan’ haberi vardı. ‘Duygu’nun işi var, karanlıkla barışacak.’ Her akşam bahçeye çıkıp doğu ucuna kadar yürüyordum. Bir ayağımı kayanın üzerine koyup ziyaretçileri bekleyen biri gibi ormana doğru bakıyordum. Güneş battıktan sonra, yavaş yavaş karanlığın çöktüğü saatlerde orada öyle duruyordum. Gündüz azar azar kaybolurken etrafı izliyordum. Karanlık çöktükçe nabzım değişiyordu.
İyice karanlık olduğunda evin içine saklanıyordum hemen. Ara ara dışarı çıkmayı denediğimde, karanlığa doğru yürüdükçe elimin ayağımın titremeye başladığını görüyordum. Geri dönüyordum tabii.
Bir gece öylece, bahçede yaktığımız ateşin başından kalktım, eve girip yastığımı aldım, ‘ben bu gece çadırda uyuyacağım’ diye bildirdim, keçiboynuzu ağacının altındaki çadıra gittim ve orada tek başıma uyudum.
Ve böylece oldu. Asla tek başıma uyuyamayacağımı düşündüğüm bir çadırda tek başıma, gayet de keyifli uyandım. Başka biri olarak değil. Çadırın üzerinde arılar vızıldıyordu. Orman yine çok güzel kokuyordu. Kahvaltıda yine nefis bir çay vardı.
Sıradan ve muhteşem bir sabahtı. Hiçbir şey değişmemişti. Ama ben artık karanlıktan ‘öyle’ korkmuyordum.
O akşam kutlamak için elime kına yaktık. Arkadaşım çok güzel bir yıldız şekli çizdi avucumun içine. ‘Yıldızlı pekiyi’ almıştım ‘başarılarımdan’ ötürü.
Hala geceleri yalnız ve karanlıkta olduğumda tedirgin oluyorum. Ama çaresiz hissetmiyorum, elim ayağım titremiyor. Korkuyorum, korktuğumu görerek, bilerek, kabul ederek, yürümeye devam edebiliyorum.
Sahip olduğum, içimde sakladığım, peşimde sürüklediğim korkularımla ‘savaşmak’, onları ‘yenmek’ yerine onları anlamaya ve şefkatle onlara alan açmaya niyet edince her şey başka türlü oluverdi işte.
Artık gece canım ormanda yürümek istediğinde yürüyorum. Bazen korkuyorum, bazen korkmuyorum. Kalbimdeki küçük çarpıntı gündüz olunca geçiyor ne de olsa. O küçük çarpıntıyı şefkatle kucakladığımda her şey yoluna giriyor. Çünkü korkuya ‘kapılmadan’ onunla yürümeyi öğrendim, neyse ki.
Şimdi yıllar sonra tekrar Flora’dayım. Her gün akşam olurken, her seferinde dönüp şifalı bahçeye teşekkür ediyorum.
Şifa olmaya devam ediyor hepimize, korkularımıza, kalplerimize.
YORUMLAR