Sosyal medya ve edebiyat
Andy Warhol zamanında az demiş. Herkesin bir gün on beş dakikalığına şöhret olacağı dünyanın da ötesine geçtik artık. Herkes bir gün, sadece on beş dakikalığına değil, kendi ömrü sınırları içinde edebiyat ve sinema eleştirmeni, futbol yorumcusu, televizyon dehası, hatta doktor, politikacı, hakem, aşçı vs. olacaktır cümlesi, bu çağa daha oturan bir yorum kanımca.
Sosyal medya, bizi fikrimiz olan ya da olduğunu sandığımız her konuda uzman yapıyor artık. Aslında insanların söz söyleyebilme mecralarını açan her oluşumun önünde ceketimi iliklerim. Düzen, zaten gücü elinde tutanın borusunu öttürdüğü bir dünya üzerine kurulu. Sosyal medyanın, özellikle bizim gibi sözünü hep yutmak zorunda kalan toplumlar için açtığı kendini anlatabilme kapılarını çok kıymetli buluyorum.
Anne babanın sözü üstüne söz söyleyememekten başlayıp seçilmesini kendisinin sağladığı politikacının önünde esas duruşa geçmeye varana kadar susmanın erdem sayıldığı toplumlarda sosyal medya, insanın sıkışmışlığını buz kıracaklarıyla parçalıyor. Lakin kantarın topuzunun kaçmadığı ne var şu dünyada?
Türkiye’deki bir avuç iyi edebiyat okuru içinde kendilerine göre bir kitle edinmiş üç ismin kitapları arka arkaya çıktı son dönemde. Önce Barış Bıçakçı Seyrek Yağmur’la, ardından Orhan Pamuk Kırmızı Saçlı Kadın’la, en son da Murat Uyurkulak Merhume’yle kendi kitlelerine resmen gün saydırdı. Gün saydırdı saydırmasına da, kitaplar okunup sosyal medyada fikirler paylaşılmaya başladıktan sonra tam bir delilik sardı ortalığı.
Siz kendinizi ne sanıyorsunuz da edebiyat eleştirmenliği yapıyorsunuz, minvalindeki okuyucuya gökdelen tepesinden bakan kibirli yorumlardan ziyadesiyle hoşnutsuzum. Sen kitabını sattırmak için olur olmadık reklamların peşinde koşarken iyi, okuyucu fikrini söylediğinde kötü sığlığından uzaklaşmak gerek. Lakin iğneyi yazana, çuvaldızı okuyana…
Bu üç yazarın kitaplarının gün sayılarak beklemesi nasıl hoşluksa, sonrasında hunharca eleştirileri okumak da bir o kadar garipti. Beğenmediğimiz şeylerin kalbine bıçağı sokarken acımasızlıktan ölüyoruz. Tek bıçak darbesi yetmiyor, illa kan revan olacak ortalık.
Merhume hariç diğer iki kitabı da okudum. Barış Bıçakçı’yı kötü, Orhan Pamuk’u da vasat buldum. Kendi hesaplarımdan ben de nelerini beğendiğimin ya da beğenmediğimin eleştirisini yaptım. Ama bu eleştirileri yaparken kantarın topuzunu kaçırmamak için şunu unutmamak gerek kanımca: Yazarın anlatmak istediği hikayeye ve anlatmayı seçtiği yola saygı. Okurun, yazarın her kitabından bir başyapıt beklemesi hali, bulamadığı anda onu acımasızlaştırıyor.
Hikaye anlatmak, başarmak ve başaramamak arasında çekilen bir çizgi değil. Sevmediği bir romandan da öğreneceği bir dolu şeyi vardır bir insanın. Kırmızı Saçlı Kadın, benim için özellikle de sonundaki zorlamalar itibarıyla oldukça vasat bir roman olarak bitti ama öğrendiğim şeyler ve yüreğime dokunan kimi yerleri oldu. Kitapların en güzel yanı da bu değil mi zaten? Ömrümüz boyu geçmek zorunda olduğumuz sınavlardan hep iki seçenek – başarmak ve başaramamak – arasında sıkışmışken kitaplar hep genişletir çemberlerimizi.
Söyleyecek sözü olmak harika bir şey. Lakin o sözü bir silaha dönüştürüp kan çıkarmamak da çok önemli.
YORUMLAR