Yedikule bostanında gözü olan efendiler!

Bir arkadaşım uzunca bir süre önce, memleket gündeminden bitap düştüğümüz kimbilir hangi olaydan sonra demişti ki “sadece üzülmekten başka bir şey yapamıyorsan eğer, bırak artık önümüze gündem diye sunulan şeyleri, kendi gündemini yarat. Sebzeleri çapalaman gerektiği, her seneki o efsane mandalina reçelini yapma vaktinin gelişi, okuman gerekenler, bekleyen yazılar… Bunlar olsun gündemin.”


Olsa olsa 10 üzerinden 4,5’tan 5’le geçmeyi sağlayacak kadar başarılı oldum bu konuda. Her zaman kendi gündemim, kendi küçük dünyamın mutlu eden detayları oldu bir avcumda. Ama çağımızın yarıp geçen korkunç karanlığından uzak kalmayı da başaramadım. Tavus kuşu misali kafamı kuma gömmeyi kim zamanında bir utanç olarak bellettiyse onun lanetini yaşıyorum.


İnsanın insana ettiği kadar canımı acıtan bir başka şey de insanın doğaya ettikleri. Yedikule bostanlarının yıkılacağı haberinin başlığını gördüğümde, gidip de kafasını duvarlara vurmak zorunda olan neden benim/biziz? Haberin içeriğine bakmak bile istemedim. O kimbilir kaç yıllık tarihi bostanların yerine ne yapılacağını bilmek istemiyorum. Koca koca on beş, yirmi katlı binalar dikip aralarına koydukları iki tane çalıyı insanlara yeşil alan diye yutturan ve yutan insan kitlelerinin yapacaklarını daha fazla bilmek istemiyorum.


Sorarım, ağaçsız, topraksız, havasız, denizsiz ne edeceksin bu yeryüzünde sen insanoğlu? İnsanlık, son sürat hem birbirini hem de doğayı katletmeye devam ediyor. Merak ettiğim sonunu getirenin hangisi olacağı? Kendisinden başka hiçbir şeye yaşam hakkı tanımayan bu zihniyetle gelecek olan yaşam değil, ölümdür çünkü.


Küçük Ağaç’ın Eğitimi isimli romanda “büyükbaba bana, New York’un yaşamak için yeterince toprağı olmayan insanlarla dolu olduğunu ve yarısının bu şekilde yaşamaktan delirdiğini söyledi” der Küçük Ağaç. Okurken altını kara kalemle çizmiş ve gülümsemiştim. Çok iyi tanıdığım o delilik haliydi gülümsediğim.


Şu an elimde Henning Mankel’in Rüzgarlara Söyleyen isimli romanı var. Bir grup sokak çocuğunun çok iyi anlatılmış etkileyici hikayesi… Afrika’nın, boylarından büyük, sert şehirlerinden birinde yaşam mücadelesi verip ayakta kalmaya çalışıyorlar. İçlerinden birini şöyle anlatıyor yazar:


“…ince uzun, büyük ayaklı, sol elinin küçük parmağı kıvrık duran Mandioca: Pantolon cepleri en büyük olanıydı aralarında, bunların içinde soğan ve domates yetiştirirdi. Cebine doldurduğu toprağı her gün suladığından pantolonundan sürekli su damlardı. Bütün özlemi, hiç hatırlamadığı ama benliğine kazınmış köyüne geri dönmekti. Haydutların geldiği duyulunca ailesiyle birlikte terk ettiği köyüne geri dönmeye ant içmişti.”


Okuduğumda koca bir “ah” geçti içimden. Bir hasret daha derin nasıl anlatılabilirdi ki?


Yedikule bostanları bir simge. Bu ülke doğasına sonsuz saygılı ve minnettar bir ülke olsaydı, böyle yıkım olayları belki bu denli can yakmazdı. Hepimiz yerine çok daha iyisinin gerçekten geleceğini bilirdik. Lakin bugün Yedikule bostanları, yarın teker teker zeytinliklerin yok edilişi, öbür gün narenciye bahçelerini yıkıp yerine otel yapmak derken toprağa hasretinden ceplerinde domates yetiştirmeye çalışan Mandioca’ya benzeyeceğiz. Onun dönecek bir köyü varsa da bizim o da olmayacak.

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.