En güzel yaz anıları
Kuzey Ege kıyısında, perdeleri denize değecek denli maviyle öpüşen ufacık bir pansiyon. Şimdilerin kahvaltı dahil pansiyonlarından da değil üstelik. Üst katında tüm müşterilerin paylaştığı ortak bir mutfağı olan, buzdolabına malzemelerini üzerine adını yazarak koyduğun eski usul olanlardan.
Üzüm üzüme baka baka kararır hesabı, kendilerine bakmakta bile zorlanan sahiplerine benzemiş her şeyiyle. Denizle bu kadar koyun koyuna olmak güzel de, sonuçlarına da katlanacaksın dercesine rutubet kokuyor her yanı. Sahibesi girişin hemen karşısında duvara yaslanmış kocaman divanın üzerinde oturuyor sürekli. Zaten bir, allı güllü desenlerle bezeli o divanla, bir de elindeki iskambil kağıtlarıyla yapışık olarak yaşıyor. Etraftan birilerini kandırıp konkene oturtabilirse ne ala, oturtamazsa da boş duracak değil ya, fal bakıyor.
Ben 13-14 olup ergenliğin çetrefilli yollarından geçip kurtulana kadarki her yaz annem ve babamla bir haftamızı bu rutubet kokulu, kutu gibi pansiyonda geçirdik. Ne odaya girer girmez giriştiğimiz temizlik operasyonundan, ne ciğeri delen rutubet kokusundan, ne de her seferinde arabanın bagajını yastık ve yatak çarşaflarıyla doldurmaktan mesuttuk. Lakin bir benzerini hiç yaşamamış olana garip gelecek denli unutulmaz ve sımsıcaktı her şey.
O yıllardan mı kalma bilmiyorum ama neredeyse kendimi bildim bileli Ege’de uyandığım her sabah mutlaka önce denizin ne halde olduğunu anlamak için rüzgarı kontrol ederim. Mavinin dibindeysen denize bakmak yeter, değilsen ağaçlara… Adını unuttuğum ama tüm detaylarını hatırladığım o pansiyonda uyandığımız her sabah sol tarafından değil, mavi yanından kalkan bir aileydik biz. Yataktan kalkar, beş adımda kapıyı açar, on adımda çivi gibi masmavi bir gezegenin içinde bulurduk kendimizi. Yüzünü denizde yıkayan insan… Zenginliğin doruk noktası.
Pansiyona varılan ilk gün, odanın temizliği, evden gelen çarşafların serilmesi, buzdolabına kahvaltılıkların yerleştirilmesi kadar bir ritüel daha vardı tamamlanması gereken. Balıkçıya telefon. Somunkıran Ailesi ilçe sınırlarına giriş yaptı, yarın sabah ilk bize uğramayı unutma!
Yörenin balıkçıları, akşam attıkları ağlarını toplar, sabah da kayıklarını müşteri bulacaklarını düşündükleri ilk kıyıya çeker, artık deniz o gün ne vermişse satarlardı. Neredeyse tüm Ege kasabalarında olduğu gibi. Söz konusu esnafla ilişkilerse şeytan tüyü olan bir babam vardır benim. Ne ara nasıl yaptığını anlamazsın, iki dakikada her şeyin en iyisini üstelik de en uygun fiyata bir bakmışsın ona vermişler. İşte pansiyondaki ilk senemizde babam bu balıkçılardan en sevdiğini gözüne kestirip orda olduğumuz bir hafta boyunca adamı bizim özel balıkçımız haline getirdi. “Her sabah balıktan döner dönmez önce bana geleceksin, o gün ne çıktıysa alırım ben” demez mi? Ömrümün balığa doyduğum yazlarıydı desem yalan olmaz. Bir daha hiç o yazlardaki kadar taze, bol ve her çeşidinden güzel balık yemedim. Lakin ne çıkarsa alırım demek kolay mı? Demek kolay da, yemek kolay mı? Kahvaltı hariç, ana öğün, ara öğün fark etmeksizin mütemadiyen balık yediğimizi hatırlıyorum.
O pansiyonda geçirdiğimiz yazlarla ilgili anılarım daha bir sürü yazı kaldırır. İnsanı çocukluğundan bezdiren öğretmenlere, zor derslere, çetin kışa hazırlayan unutulmaz yazlardı. Hani doktor ciğerinden kocaman bir nefes al der ya, o hesap. Bir çocuk için bile olsa hayatın hengamesinde alınan kocaman bir nefesti. Arabada oturup Barış Manço şarkıları dinlemeyi sevgililikten saydığımız ilk aşkımı da o yazlardan birinde yaşamıştım. Çocukcağız tatil bitip ayrılma vakti geldiğinde telefonumu istemiş, okullarımız (ilkokuldaydık) yakın olduğu için çıkışta sana dondurma ısmarlarım demişti. Bendeniz şeker gibi anlayışlı babamdan bir Frankenstein yaratıp “veremem babam kızar” diye bir yalan uydurmuştum, hiç unutmuyorum. Fazla balıktan olacak, yoksa babam okusa benden mi bahsediyordun der kesin.
Geçtiğimiz haftalarda okuduğum Karahindiba Şarabı hem bir çocukluk şarkısı hem de yaza övgü niteliğinde bir romandı. Güney Ege’ye taşınalı, buraların tüm mevsimlerini yaşayalı beri yaz benim en sevmediğim mevsim. Ama Karahindiba Şarabı’nı okuyunca unutulmaz çocukluk yazlarımı hatırlamadan edemedim ve yazın son günlerinde en sevdiğim yaz anılarımdan birine dair bir yazı yazacağım diye bir karar verdim. Belki keyiflerim değiştiğinden, belki o kocaman nefesleri tüm zamanlara yayabildiğimden, belki insanların kirliliğinin yaz ışığında daha çok gözüme batacağı kadar büyüdüğümden o kadar sevdiğim bir mevsim olmaktan çıktı yaz. Lakin yine de bir “hoşça kal”ı hak etmiyor değil.
“Şimdi, geçmiş olan yazın hesabını çıkarmak için bütün bir sonbahar, beyaz bir kış, serin ve yeşeren bir ilkbahar vardı.”
YORUMLAR