Mutsuzluğun göçü
Yıllarca köyden şehire bilinçsizce göç eden insanlarla az dalga geçmedi bu toplum. Metin Akpınarlar’la, Zeki Alasyalar’la, Kemal Sunallar’la komedi filmlerinin malzemesi olan köylülük, şehirli yaşamların güldürü malzemesiydi uzunca bir süre. Lakin gün olur devran döner, şehir dar, plazalar yüksek gelir; yollar topraksız, toprak ağaçsız, şehirli nefessiz kalır... Yine göç zamanıdır, lakin bu sefer şehirlinin köye göçü. Yapabilenin de yapamayıp sadece hayal kuranın da aklı fikri köylerde, ufak kasabalarda yaşamaktır.
Köylü refleksleriyle şehirde yaşamaya çalışan insanlar zamanında nasıl ‘komik’ göründülerse gözümüze, şimdi gülme sırası köylülerde. Lakin ya kibar olduklarından ya da aslında ortada gülmekten ziyade daha çok acınacak bir durum olmasından gülmüyorlar pek. Doğada bu kadar sakil duran bir insan türü yaratabildiği için bu sistemin vahşi çarklarından korkmak gerek gerçekten. İnsanın içinden çıktığı doğaya yeniden dönüşünün bu kadar sancılı olacağı tahmin edilebilir miydi hiç?
Bir sahil kasabasına kapağı attığı anda mutluluğu yakalayacağını sanıyor pek çok şehirli... “Hayallerinizi yıkmak istemem ama…” diye başlayan bir cümle kurmayacağım çünkü aslında hayallerinizi yıkmak istiyorum. Hayaller ve gerçekler arasındaki derin uçurumun biraz kapanması gerekiyor zira. Güzel birkaç fotoğrafın, deniz kenarında kurulan sofraların peşinde uzaktan mutluluk hayali kuranlar bir tarafa bir de o ‘hayal’e bedenini gönderip aklını, fikrini, gündemini hala şehirde bırakanlar var.
Doğa olaylarının heybetli yaşandığı coğrafyalar buralar. Güneş heybetli batıyor, yıldızlar heybetli parlıyor, dolunay heybetli doğuyor. Toprağın bereketi, denizin mavisi hep başka… Yaz ortasında bir akşam her gün yaptığımızın tersine güneşi uykudan uyanıp değil, bu sefer hiç uyumadan doğuralım dedik. Bu güzelliğin en güzel göründüğü koylardan birinde, sadece samanyolunun ışığı altına serdik havluları. Her yanının doğayla çevrili olduğu müthiş bir teslimiyet haliydi o. Kendini küçücük hissettiğin için büyüdüğün bir hâl… Sadece Halikarnas Balıkçısı gibi kalemi güçlü adamların anlatabileceği cinsten, sözsüz zamanlardı. Her ânını uzata uzata yaşamak isterken kulağımın duyduğu seslere inanamamıştım. Böyle bir güzelliğin içinde siyaset konuşmayı düşünebilmek için gerçekten tarifsiz bir şekilde zehirlenmiş olmak gerekti. Emindim, hâlâ eminim.
Hani kendini de götürdüğün sürece gitmenin aslında çok da bir anlamı yok ya, biraz o hesap. Hayatını ufak yerlere taşıyıp hâlâ mutsuz olan çok insan var. Çünkü şekle girmeye değil, hâlâ şekle sokmaya çalışıyorlar. Sadece mutsuzluğu göç ettiriyorlar. Öte yandan yüzünden, bedeninden, gülüşünden ışıklar saçan da bir o kadar insan var. Aralarındaki tek fark, ikinci grubun yerleştikleri yerle bütün olarak yaşamayı becermiş olmaları. Arıcılığın çok yapıldığı bir memlekette arıcılık öğrenmişler misal; toprağın bereketine teslim etmişler kendilerini; zeytini, bademi öğrenmişler. Bir zamanlar şarapçılık bu toprakların nimetiydi deyip bağlar kurmuş, şarapçılık öğrenmişler. Rüzgârı, yağmuru öğrenmişler. İlk yağmurlardan sonra pıtrak gibi çıkan mantarı öğrenmişler, ot toplamayı, otların faydalarını öğrenmişler. Yaşamlarıyla da bedenleriyle de esneyebilmişler. Hiçbir şey yapamasalar da hiç olmadı etraflarındaki güzelliği sevmeyi, saygı duymayı öğrenmişler.
Belki de tüm bu sebeplerden Halikarnas Balıkçısı’nı çok az biliyor bu toplum. Kronik mutsuzlara ağır gelir balıkçı. Bodrum’un güzel içen, güzel cümleler kuran adamı değildi sadece o. Bir coğrafyanın insanı nasıl değiştirebildiğinin ilk elden kanıtıydı. Doğan güneşin ihtişamına şükretmek gibi gözünün gördüğü, kaleminin yazdığı haline şükretmek gereken bir insandı. Çok okumalı, çok okutmalı!
YORUMLAR