Aynılığa direnmek
Hala yaşıyor, hala gülebiliyor, hala güzel bir manzaradan, iki tatlı kelamdan keyif alabiliyor olmaktan suçluluk duymak zorunda bırakılan insanların ülkesinden merhaba! Burası Türkiye! Burası felaketlere karşı kaşarlanmış, nasır tutmuşların ülkesi… Burası yaşadığı her trajedide “acımadı ki, acımadı ki” diye nanikleşirken ruhu kanser olanların ülkesi…
Her perşembe o haftanın yazısı için masanın başına geçiyor, hayatta bana ilham veren şeyleri dilim ve kalemim döndüğünce yazmaya çalışıyorum. Ama bugün de olduğu gibi bazen olayların trajedisi anlatmak istediklerimin üzerine tonlarca ağırlığıyla biniyor. Yine de bir gayret desem ki “hayatın bir de gülen yüzü var” artık inanacak bir kişi bile bulamamaktan korkuyorum. Hani “aptala” ya da “tuzu kuru şu kadına bak” deseler umrumda olmayacak da, inanacak kimse kalmayacak olması asıl mesele.
Çocukluğumdan beri iyi günümde de, kötü günümde de hayatı hep masallaştırarak iç dünyamı sağlam tutmaya çalıştım. Kendimi bildim bileli okumaktan büyük haz aldığım fantastik dünyaların mucizevi çıkış yollarından hep destek aldım. Halbuki hayatın doğurganlığı en çok mucizede kısır. Ben bildiği için karamsarlaşan yanımdan çok, inandığı için saf kalan yanımı seçtim. Ama bazen olmuyor.
Yeni ve beter bir Tolkein kurgusundayız sanki. Yüzüklerin Efendisi serisini 2. Dünya Savaşı yıllarının üzerinde yarattığı dehşetten yola çıkarak yazan üstat, şimdi kalemi eline alsa yeni Orta Dünya’yı nasıl tasvir ederdi acaba? Güç yüzüğünü Mordor’un ateş dağına atacak bir cengaverle kurtuluşa mucizevi bir şans verir miydi hala? Bir tek, coğrafya derslerinde elimizden düşürmediğimiz dünya küreleri pirüpak, yoksa gezegenin her yanından kan damlıyor zira.
Lakin siz yine de bilin ki – kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla hesabı lafım biraz da kendime – bastığı topraktan güç alıp gündemini dağlar, denizler kılan insanlar var. Farkındalar, cesurlar ve böylesi bir dünyada aydınlığı bulup ellerinde tutabildikleri için güçlüler. Aküleri merak ve öğrenme açlığıyla dolu. İnsana bahşedilen bedeni bu açlığın hizmetine sunmaktan, civardaki tüm dağı tepeyi arşınlamaktan, bastıkları yeri toprak diyerek geçmeyip tanımaktan mutlular…
Mutsuz insanlar yaratan bu sistemin makinasından umuda dair de bir şey çıkmıyor ne yazık ki. Makinanın dişleri öğütmek, tüketmek, bitirmek ve hep yok etmek üzerine işliyor. Hava yok oluyor, su yok oluyor, insanlık yok oluyor, mutluluk yok oluyor, ağaç, hayvan, çiçek, farklılık yok oluyor. Koca koca şehirler dolusu insanlarız, hepimiz aynı hayatları yaşamaya mahkum.
Azıcık dışına çıkınca görüyor insan başka da bir yol olduğunu. Doğada her türden tanıdık tanımadık milyonlarca farklı canlı ve yaşam düzeneği yaratan evren, neden insanı tek tip bir yaşamın içine sıkıştırsın ki? Neden?
Ben her ne kadar masallara inanmak istersem isteyeyim, saf bir gerçek var: bu dünya Tolkein’in Orta Dünya’sı değil. Bu dünyada, ateşe atıldığında iyiliğin kazanacağı güç yüzükleri yok. Yine de varsa bir güç yüzüğü, dayatılan hayat düzenine, korkulara, seçeneksizlik hissine, aynılığa direnmekte... Sistemin en hoşuna gitmeyecek şeyleri yapmayı denemekte… Herkes cenazede ağlarken bir kişi gülen olmayı başarabilmekte… Kimbilir belki de silahsızların en güçlü silahı budur.
YORUMLAR