Ölümlüyüz, işte bu yüzden bedeli olmalı!

24 Ocak 1993. İstanbul’da soğuk, karanlık ve yağışsız bir gündü hatırladığım. On üç yaşında, ülke ve dünya gerçekleriyle kendi masum çocuk gerçekliği arasındaki çizgiyi birinciden yana henüz tam olarak geçmemiş olan ben kendi kişisel tarihimde, arabanın radyosundan yayılan o korkunç haberle tanışmıştım ilk, ölümlü insanoğluna atfedilen ölümsüzlük savıyla. Uğur Mumcu arabasına koyulan bombanın patlamasıyla feci ve kalleş bir şekilde can vermişti. Radyodaki programa katılan tüm konuşmacılar Uğur Mumcu’nun ölümsüzlüğünü haykırıyorlardı.


O gün ve sonraki tüm günlerde televizyon ekranına dehşetengiz gözlerle baktığımı hatırlıyorum. On üç yaşındaydım. Parçalanmış bir araba ve o arabanın içinde can vermiş birinin görüntülerini izliyordum televizyonda. Ve birileri durmadan ölümsüzlükten, Uğur Mumcu’yu sonsuza kadar yaşatmaktan bahsediyordu.


Sonra çok değil, sadece bir yıl geçti. The Marmara Oteli’nde patlayan bombayla bir dolu insan hayatını kaybetti. Biri Onat Kutlar. Bir sene önce Uğur Mumcu haberlerini dehşetle izlediğim evin o aynı koltuğunda bu sefer yine başka canların feci şekilde can veriş haberlerine şahit oluyordum. İki hal hep aynı: ölüm gerçeği ve ölümsüzlük.


Yine yıllar geçti. Ben, sadece şahit olduklarım değil, bu topraklarda adı sanı bilinmeyen onlarca, yüzlerce faili meçhul cinayetin bizzat devlet eliyle işlenmiş olduğu gerçeğini de öğrenerek adım adım ‘büyüdüm’. Ya bizzat annesi, babası, kardeşi gözlerinin önünde öldürülen ve bir günde büyümek zorunda bırakılan çocuklar diye diye ‘büyüdüm’. Bu ülkede en ucuz olan şeyin insan hayatı olduğu düşünüldüğünde pamuk ipliğine bağlı günlerimi eskite eskite ‘büyüdüm’. Ölümsüz olduğu söylenen ölülerimize yenilerini ekleye ekleye ‘büyüdüm’. Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink…


Ah Hrant Dink! “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık” diyordun değil mi? Ben senin yaşarken de ölümsüz olduğuna zaten inanmıştım ki, katlinin ardından Agos’un önünde içim yana yana ölümsüzlüğünü haykırmama gerek yoktu. Ama duymalıydı birileri. Hiçbir yerlerinde insaniyet namına zerre duygu barındırmayan birileri.


Kendimi bildim bileli masala, fantastik edebiyata/sinemaya, bilimkurguya, yani bu dünyanın salt gerçekliğiyle oynayan yazım ve görsel sanatların hepsine büyük ilgi duydum. Büyücüler, ejderhalar, hayvanlarla konuşan, rüzgarlara yön veren kadim hikayeler, ölümsüz tanrılar… Ölümsüzlük bu hikayelerin en büyük ve temel güçlerinden biridir. Lakin bu ülkede bana artık ölümsüzlük kadar ölümü hatırlatan çok az şey kaldı.


Şimdi on beş yaşındaki can çocuk Berkin’in ardından bağırıyoruz “Berkin Elvan ölümsüzdür” diye. Nasıl kanıma dokunuyor artık bu ifade. Ölümsüz diye diye toprağa gömülen canların tabutuna bir çivi daha çakmakmış ya da çaresizliğimizin beyanıymış gibi geliyor. Teker teker kıymetli olan neyimiz varsa alın, biz nasılsa onları ölümsüz belliyoruz demek gibi geliyor.


Ölümsüzlüklerinden değil, tam da bizzat ölümlü olmalarından ötürü yaşamdan kopardığınız her canın hesabını vermenizi istiyorum artık. Yakın zamanda çok sevdiği birini kaybetmiş biri olarak her gün kendimi belki de ölümden sonrasının çok daha güzel olduğunu söyleyerek avutmaya çalışıyorum. Kim bilir, belki de öyle. Lakin şu dünya üzerinde yaşanması için verilen bir canımız varsa bunu sen zalimliğinle elimizden alamazsın! Bir çocuğun, gencin, yaşlının ömrünü, yaşı, cinsiyeti, dini, kimlerden gelip nereye gittiği hiç farketmez, hiçe sayıp yok edemezsin!


Edersen bedelini ödersin! ÖDEYECEKSİN!

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.