Halikarnas Balıkçısı ve bir kitapçı
İnsan yaşadığı yeri sevmeli. Gönül bağı denen şey – mutfak diliyle konuşacak olursak – her tatlıya bir tutam tuz, her tuzluya bir tutam şeker gibi, elzem… Yaptığın ya da olduğun şeye ayrıcalık katan unsur. Bir buçuk yılı devirdiğim bu sahil kasabasını daha çok sevmek için ise her geçen gün yeni sebeplerim, bağlarım birikiyor. Ne mutlu bana!
Buraya ilk geldiğim günlerde tanıştım Datça’nın neredeyse tek diyebileceğim kitapçısı Le Flaneur ile. Minicik, daha çok sahaf tadında, kitapların üzerinde kedilerin, rafların önünde uykucu köpeklerin mesken tuttuğu, kitap alışverişinden ziyade edebiyat hazzına dair bir şeylerin alınıp verildiği bir kitapçı…
İstanbul’un o en sahici semtlerinden biri Kadıköy’ü yıllar boyu en çok, müdavimi olduğu kitapçılar sayesinde sevmiş, bazen sadece o kitapçılarla sohbet edebilmek için Kadıköy Çarşısı’na gitmiş biri olarak kalbim bu dükkanda atabilirdi. Müdavimi olacağım çay bahçesini, kafeyi, meyhaneyi ve kitapçımı daha bu kasabadaki ilk haftam dolmadan bulmuştum. Lakin Le Flaneur çeşitli sebeplerden her zaman açık olamıyordu. Sadece sezon boyunca dört-beş ay kadar açık ama açık olduğu zamanların bile büyük bölümünde geç saatlerde açıyordu kapılarını. Kafama esip gittiğim zamanlarda kapalı kapılarla karşılaştıkça kesildi ayağım. Hiç sevmesem de internet siparişlerine mahkum kaldım. Geçen hafta beni heyecanlandıran bir haber duyana kadar: Le Flaneur artık on iki ay boyunca sürekli açık olacaktı.
Hayatımı da, evimi de Datça’ya taşımakla yaşamımda değişen en önemli şey deniz oldu. Denizin yaşamımda kapladığı alan… Sabahları seferlerinden dönen balıkçı takalarıyla yüze yüze her kulaçta daha çok bir balıkçı kızı olmanın hayalini kurdum, efsanelerden en çok denizkızlarıyla ilgili olanlara özendim, her dolunayda aya ulaşmanın yolunu hep yüzmekte aradım. Ve bir süre önce birden bire, aniden içimden bir ses konuştu: Zeren, bu coğrafyada yaşamaya başlamışken, deniz bu kadar hayatın olmuşken yıllar sonra yeniden Halikarnas Balıkçısı okumalısın. Balıkçının, denize ve Ege’ye olan sevdasını asıl şimdi, bu yaşımda, bu topraklarda yaşarken, bu havayı koklar, üzerimde her gün bu denizin tuzunu taşırken anlayabilirdim. Kendi aşkımın yıllar evvel dile getirilmiş haliydi aslında biraz da okumak istediğim. Türkçe’yi şâha kaldırmış bir adamın kaleminden üstelik.
Seçtim eski kitaplarımdan birkaçını. Okunmak için dizildiler üst üste sehpanın üzerine. Derken Le Flaneur’ün artık sürekli açık olduğu haberi ulaştı kulağıma ve geçen gün yolumu düşürmedim, özellikle çevirdim bu özlediğim kitapçıya. Yeni işletenleriyle tanışıp raflarda neler var neler yok dolanırken içimdeki Balıkçı okumak isteyen ses bu sefer sesli olarak dile geldi: “Bakınıyorum ama göremedim, Halikarnas Balıkçısı’nın kitapları var mı sizde?”
Ben bu soruyu sorarken elime Balıkçı’nın en sevdiğim romanlarından biri olan “Aganta Burina Burinata”nın ilk baskısının verileceğini hiç beklemiyordum. Yani bir hazine! Bu minicik dükkanın sevimliliğini, kitapların buraya ne kadar yakıştığını görseniz, böyle bir hazinenin ancak böyle bir kitapçıdan çıkabileceğini, yakışanın bu olduğunu anlardınız.
Sonraki günlerse Ege’yi karşıma alıp Balıkçı’nın bu deniz üzerine, denizler üzerine, yazdığı şiir gibi cümleleri okumakla, deniz insanlarının hikayelerine içlenmekle, hayran olmakla ve hayatta bin tane şeye şükretmekle geçti, geçiyor. Deniz, Ege, tutku, aşk, bunların hepsi bir yana, beni edebiyata düşüren, kelimelere ve dile hayran eden yazarları çok seviyorum ben.
Bir kış armağanı verin kendinize. Ege’de olun olmayın, Halikarnas Balıkçısı okuyun! “Aganta Burina Burinata” olabilir mesela başlangıcınız. Ah o Mahmut Kaptan!
YORUMLAR