Bitmeyen aşklar da var desem size…
Aşkın ne kadar sürdürülebilir bir şey olduğunu yine doğa kanıtlıyor insanoğluna. İstisnasız her gün gördüğü bir manzaraya aşık olabiliyorsa insan, bir insana neden olamasın? Lakin olamıyor olduğunu düşünmesinin de bir sebebi olsa gerek.
Kırılma noktasının sahip olmak kısmında yattığına daha çok inanıyorum her geçen gün. Sahip olmaya çalıştıkça çuvallıyoruz. Sadece aşka ya da aşık olunana değil, sahip olmaya çalıştığımız herşeye karşı.
Her sabah büyülendiğim bir manzaraya açıyorum gözlerimi. En kötü olduğum günlerde bile şükredecek bir şeyler bulmama sebep olan bir manzaraya… Can dostlarımdan birinin sözleri çınlıyor kulaklarımda: “İyi günde değil, asıl kötü günde şükredecek, teşekkür edecek bir şeyler bulmak önemli hayatta.” Gökyüzüne yakın bir çatı katında yaşıyor, penceresi doğuya, yatağı gündoğumuna bakıyor olmanın aydınlığıyla başlıyor gün. Nerede olursa, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın, gündoğumlarını kaçırmamalı insan diyorum. İster denizin üzerinden, ister bir dağın tepesinden, ister yeryüzünü kirleten kocaman blokların arkasından doğuyor olsun, insanoğlunun, hep beklediği o mucizelerden birinin aslında her gün gerçekleşiyor oluşuna şahit olması lazım.
Ya da an geliyor, kuruyorsun sofranı yine tabak gibi bir dolunay akşamında denizin en kenarına. O, denizin üzerine serdiği bembeyaz yoldan kabul ediyor şerefine kalkan kadehleri. Üç beş odun yakmış oluyor masanın dibine gittiğin mekânın sahibi. Yaz olsa bir de ışığında yüzerdik diyorsun ama mevsim olmuş sonbahar; çantalarda hep geceyi bekleyen yelekler, hırkalar… Lakin ateşin başında incecik elbiseyle ısına ısına, bünyeye yaz diye kandırıkçılık yapıyorsun o gece.
Ayın ihtişamına vurgun, müzmin aşık ben “Bitmeyen dolunay yapsalar keşke” diyorum. Açgözlülükten değil, çok sevmekten. Bu kelâmımı duyan eş dostun değişmez cümlesi “Her gün olsa aynı tadı almazsın” lafına gülümsüyorum. Vardır belki bir bildikleri de, ben aşkımı ne yapayım, söyletiyor işte. Peki, her sabah aynı güzellikte doğan güneşten bıkmayan tarafıma ne demeli o zaman?
Hayatım boyunca nelerden bıktığımı, nelere olan aşkımın söndüğünü düşündükçe hep canhıraş bir saldırışla tükettiğim şeylerden çıkıyor cevaplar. Sahip olmak isteyip de sonra tükettiklerimden… Sahip olmaya çalışmayıp, sadece ait olduklarımlaysa bir ömür tükenmeyen bir aşkla yaşayıp gitmenin mümkün olduğunu da yine bu topraklar, Ege öğretiyor bana. Artık zeytin ağacının bilgeliği mi toprağa karışmış, denizin enginliği mi havaya, orası meçhul. Muhtemelen hepsi ve daha bilinmeyen nicesi birlikte… Ama bu topraklarda yaşadıkça sadece ait hissederek, doğanın verdiklerini severek ve kabul ederek de bitmeyen bir aşkla yaşanabileceğini öğreniyor insan. Aynı şey neden bir insana duyulan aşkta mümkün olmasın?
Osman Şahin çok sevdiğim “Bozkırda Vivaldi” öyküsünde der ki: “Her insanın kendi yeli, kendi rüzgarı vardır ve isterse o yeli bir ezgiye, söyleve dönüştürebilir. Üfleyerek demir ocaklarının ateşini tutuşturabilir, sözcükleri birer aleve dönüştürebilir, isterse ve yürekliyse eğer… Yeller güçlüdür; üflemesini, kullanmasını bilene…”
İsterse ve yürekliyse eğer, insanoğlu içinde nice nice bitmeyen aşklar da büyütebilir…
YORUMLAR