“Ölmeden Ege Denizi’ni gezen insana ne mutlu”
Sevgili okuyucu,
Özür dileyerek söylemeliyim ki bu yazıyı çok aceleyle yazıyorum. Eğer küsüp alınganlık etmeyeceksen belirteyim, bugün daha önemli işlerim var. Ne kadar çabuk yazının son noktasına gelirsem o kadar çabuk mutfağa koşup akşam için hazırlık yapmaya başlayacağım. Hayır, misafir falan değil sebep. Madem konuyu ben açtım, anlatayım.
Başlangıcını neredeyse şu memlekete adımımı attığım ilk günlere dayandırabileceğim bir huy edindim. Bir ay önce yine bir dolunay zamanı “Aya Yüzmek” diye yazdığım o yazıda sadece yüzme ayağından bahsettiğim bir huy… Hâlbuki bir de dolunaya sofra kuruyoruz biz.
Tanıyan dostlardan şu sözleri duyar gibiyim: Sen zaten sofra kurup iki kadeh etrafında muhabbetin belini kırmak için fırsat ararsın, şimdi de dolunayı bahane etmişin kendine. Doğru söze ne denir? Ne denir de, bahanenin de büyüğü var, küçüğü var; yavanı var, esaslısı var; özeli var, sebepsizi var. Kazancakis “Zorba”da der ki “Hayranlık, gereksinmenin sağlam bir çiçeğidir.” İşte bu da ayın, denizin üzerinden o ihtişamlı doğuşuna hayranlıktan beslenen bir bahane…
Dolunayın insanı kurt adama çevirdiği efsanesi hangi topraklardan çıkma bilmem ama Ege değil, Datça hele hiç değil kuşkusuz. Burda olsa olsa buğulu o anason kokusuna, ayışığındaki denize, denizin dibine kurulmuş mavi beyaz sofralara meftun, daha sevdalı, daha tutkulu, daha farkında bir insana dönüşürsünüz. Kurt adam olmadığı kesin de, ne denir peki bu insan türüne? Daha tam olarak bulamadım o sıfatı ama yine Kazancakis’ten yardım isteyeceğim. Zorba’da bu coğrafyaya dair ettiği o kelâmı okuduğumda hissettiğim duygudan sebep, Egeli olmaya dair bir anlamı olmalı bunun:
“Ölmeden Ege Denizi’ni gezen insana ne mutlu... Tatlı bir sonbahar vakti, her adanın adını mırıldanarak bu denizi yarmak… Başka hiçbir yerde düşlerle bu derece sakin ve gerçekten daha kolay bir biçimde buluşamazsınız; sınırlar seyrekleşir ve en külüstür geminin bile direkleri filizlenip salkım verir…”
Datça hayatımın en keyifli süprizlerinden birini sunarak girdi geçen yıl hayatıma ve babamın okul yıllarının en iz bırakmış öğretmeniyle beni şans eseri komşu yaptı. Bunu farkedişimiz, yıllar sonra babamla benim vasıtamla karşılaşmaları ayrı bir hikaye. Ömrünün yirmi yıla yakın bir dönemini Datça’da geçirmiş ve bu minik kasabayı tarihinden kültürüne, insanından doğasına varıncaya kadar doya doya, sömürmeden, sadece saygı duyup değer vererek geçirmiş bu insandan da öyle çok dinledim ki dolunay hikayelerini. Sanırım bu kasabada yaşamaya başlayan insanlar, başlığı dolunay hikayeleri olan bir geçmiş biriktiriyorlar kendilerinde ister istemez. Datçalı şair İsa İnan’ın da dizelerinde kendisinden defalarca bahsettirdiği gibi ay, iz bırakıyor bu yörenin insanlarında.
Yaza girişimizle birlikte Haziran’dan Eylül’e denizin kenarına sofra kurup, biraz da rakıya bulandıktan sonra ayışığında denize girebileceğimiz dört dolunay var elimizde. İhmale, es geçmeye hiç gelmez.
Şimdi o, alt katımda köfteleri yuvarlayıp tabağı, çatalı hazır ederken benim mutfakta da salata olmayı bekleyen patatesler gözümün içine bakıyorlar. Birkaç saat sonra malzemeleri piknik sepetine koyup dolunayın en güzel göründüğü koylardan birine atacağız masamızı. Ve ben, ilk kadehi yudumlarken Zorba’nın şu hikayesini anlatacağım ona: “Bir gün küçük bir köyden geçiyordum. Çok ihtiyar, doksanlık bir adam badem ağacı dikiyordu. ‘Ee, dede’ dedim, ‘badem ağacı mı dikiyorsun?’ O, eğilmiş olduğu halde bana baktı ve ‘Ben, oğlum’ dedi ‘ölümsüzmüşüm gibi hareket ederim.’ Karşılık verdim: ‘Bense her an ölecekmişim gibi davranırım!’ İkimizden hangimiz haklıydık patron?”
Kıymetli dostumu bilmem ama sanırım ben, bu soruya cevap olarak denize bir atlayıp çıkmayı tercih edeceğim.
YORUMLAR