Aya yüzmek
Hangi kadın, neye benzeyen ellerle, nasıl bir ruh halinde, hangi hikayenin içinden geçerken yoğurdu hamurunu da yuvarlayıp fırlattı acaba şu un kurabiyesini gökyüzüne? Kimi gece, yarısı ısırılmış, kimi gece fırından taptaze çıkmış gibi yusyuvarlak parlarken gökyüzünde, soruyorum bu soruyu. Dile gelen yok, cevap veren yok. Aslında bir cevaba gerek de yok. Düş bizim, düş gücü bizim.
Doğaya hükmeden değil, onun hükmünün bir parçası olan, verdikleriyle yetinip vermediklerine kabulü borç bilen bir yaşam isteğiyle şehirden bir kıyı kasabasına göç ederken geçen yıl, mucizenin ilk, topraktan ya da o çok sevdiğim denizden değil, gökyüzünden geleceğini bilmiyordum. Çok garip gelecek belki ama çatı katımın balkonunda oturduğum o ilk gece, tam karşımda denizin üzerinden sarışın bir top olarak doğan şeyle ben daha evvel tanışmamıştım. Adını ay olarak bildiğimin adı yine ay olarak kaldı, lakin algım tamamen değişti.
Ayın bu kadar güzel doğduğu ve gözüme bambaşka görünen bir yerde yaşamaya geldiğimi bilmiyordum. Şimdiye kadar yaşadığım yerlerde hep güneş olmuştu hüküm süren. Şiir gibi gün batımları, denizde güneş, toprakta güneş, havada güneş… Lakin artık yaşam ışığım gecedendi.
2012 Mayısı'ndan beri - kış aylarını çıkarırsak - hemen her dolunayda denize giriyorum. Yani aya yüzüyorum. Çocukluğumda biri bana denizin üzerindeki o ışıklı yolu gösterip aya giden yol üzerine bir masal anlatmış olsaydı, tereddütsüz inanırdım. Şimdi neden inanmıyorum? Kim demiş? Aslında galiba “bir gün ya gidersem” cümlesinin peşinden yüzüyorum.
İnsan, yaşadığı yerleri her ne kadar daha mutlu olmak adına değiştirse de henüz bu dünyadan başka gidecek bir yerimiz yok ve dünya çok kirli, acılı, kangren olmuş yaralarla dolu. Geldiğim ilk günlerde artık başkentimin Ankara değil, zeytin ve badem ağaçları olduğunu söylemiştim. Gerekli ama nafile bir çaba olduğunu ölümlerle haykırıyor hayat.
İşte bu yüzden, tam da bunlar yüzünden aya attığım her kulaç biraz daha gerekli, biraz daha kaçınılmaz, biraz daha arındırıcı oluyor. Bu kadar acıyla, bu kadar öfkeyle yaşayamaz insan. Acınız ve öfkeniz neye karşı olursa olsun. Tamir olmaya, şifa bulmaya ama en çok da devam edebilmek için sebep bulmaya ihtiyaç var. Ölüme karşı her zaman ve istisnasız yaşamdan yana tavır almak için… Hayatta kalabilmenin değil, gerçekten nefes alabilmenin tek yolu sırtını biraz olsun doğaya dayayabilmekte.
Ayla Kutlu’nun tereddütsüz okunması gereken öykü kitabı Mekruh Kadınlar Mezarlığı’ndaki “Solgun Bir Sarı Gül” öyküsünde geçer şu satırlar:
“Ay, peygamberdevesini çağırtmış. ‘İnsanlara bir haber iletmeni istiyorum’ demiş. ‘Bu haberi çabuk götür çünkü insanlar çok korkuyorlar. Ben ay olarak ölüyorum. Yine öleceğim ama korkmasınlar; ölerek yaşayacağım… Onlar da ölecekler ve ölerek yaşayacaklar.’”
Her şeyin ölerek, ölümden can bularak yaşadığı tek yer belki tabiatın ta kendisi. Ölümü ecele bırakmayıp kendini tabiat akışının dışına atan ve birbirini boğazlamayı seçen insanoğlunun laneti de işte bu, ölümden yaşam çıkaramaması belki. Artık ölünce sadece ölüyoruz biz.
Dolunaylı deniz gecelerimi bilen bir arkadaşımdan yine bir dolunay gecesinde telefonuma düşüyor mesaj; aya yüzenlerin dinlemesi gereken bir şarkı muştuluyor bana, Maiden United’dan “2 Minutes to Midnight”. Ay dinledi, deniz dinledi, ben dinledim, belki bu yazıyı okuduktan sonra bir de siz bulup dinlemek istersiniz diye buraya da yazmak istedim.
Datçalı güzel şair sevgili İsa İnan’ın dizeleridir: “ay yorgun / artık biz taşıyacağız geceyi”. Onun yaratıcılığını kullanarak ben de son söz niyetine diyeyim ki: “insanoğlu yorgun / artık biraz da ay taşısın geceyi”.
YORUMLAR