Cansuyu kadınlarımız bol olsun!
Çocukluğumdan beri sihre hep inandım. Çünkü parmaklarının ucundan sihir akan bir kadının yanında büyüdüm. Dokunduğu her şeye can veren, hayat olan bir kadının yanında… Hani toprağa yeni dikilen ağaca, çiçeğe hemen su verilir, tutunsun toprağa, hayat bulsun diye. Adına da cansuyu denir bu suyun. Fonetiğinden değil, bizzat anlamından dolayı içinde yıldızlar barındıran bir kelimedir “cansuyu”.
Sadece toprakla yeni buluşmuş bitkilerin değil, insanların da ihtiyaçları var cansuyuna. Evleri yuva, birliktelikleri aşk, griyi renk, hayatı da yaşanılır kılan kadınların içinde barındırdıklarından misal… Böyle bir kadından alınca suyun ‘can’dan olanını, bereketi de, direnci de has oluyor insan hayatının. Ne zaman bahçeye bir çiçek ya da ağaç diksek, cansuyunu vermek için hortuma sarılan ellerime cümlesi şu olurdu babamın:
“Çok çok ver, çok ver, korkma, cansuyunun normalde verilen sudan bol olması gerek”.
Şimdi bu yazıyı yazarken farkediyorum ki canlı olma paydamız sandığımızdan çok daha fazla şeye ortak kılıyor bizi bitkilerle. Fazla kaçan cansuyundan insana da zarar değil, olsa olsa bereket gelir, enerji gelir, yaşam gelir, güç gelir.
Cansuyu kadınım anneannem… Hayatımda bir daha hiç ‘su’ içmesem ondan aldığımla ömrümün finalini çıkarmaya yetecek kadar ıslak köklerim.
Her evin bir merkezi, kalbi olduğuna inanırım. Suya atılan taşın düştüğü yerdir o merkez. Dalgalar nasıl yayıla yayıla büyürse enerji de öyle büyür, yayılır evlerde de. Merkezden bütüne, kalpten tüm vücuda pompalanan kan gibi…
Bizim evin merkezi mutfaktı hiç şüphesiz. Suyunu oradan verirdi anneannem hepimizin canına. Evin merkezi mutfaktı mutfak olmasına da, mutfağın küçüklüğünden ve biraz da eskiliğinden salonundaki upuzun yemek masasını da mutfak tezgâhına çevirirdi. O masada soyulan patlıcanların, doğranan soğanların, yoğrulan hamurların, sandalye tepesinde pür dikkat izleyicisi ben, mucizeyi yaratan, ellerinden her gün en az üç dört çeşit yemek üreten mutfak tanrıçası anneannem…
Kolay mı? Ev ahalisi kalabalık. Gündüz bir kendinden, bir de bendeniz torundan ibaret olan iki kişilik ev nüfusu, akşam olunca dede, çocuklar, torun ve damatlarla dolu kocaman bir sofraya dönüşüyor. Evet, akşam olup da tüm ahali eve toplanınca bizim dört duvara ev değil, daha çok sofra demeyi tercih ediyorum ben şimdi. Her şeyin ama her şeyin sofra olduğu bir ev.
Hala bile öyledir ki, koltuklarda oturulup sohbet edildiği nadir bir evdir anneannemin evi. Her şey o masa başında, sofrada olur. Gariptir, eve gelen misafirler bile bu sözsüz geleneğe kendiliklerinden uyuverirler. Yemek çoktan bitmiştir, hatta keyif kahvesine sıra gelmiştir. Anneannem teker teker sorarken kahveler nasıl içilir acaba diye, koltuklara buyur edilen misafirlerin “ay pek rahat burası, oturuverelim işte” cümlelerini az duymamıştır kulaklarımız. Boşa değil hayatımda en mutlu anılarımın hep sofralara dair olması. Çocukluktan tüm ömre yayılan istisnasız bir ‘oluş’…
Belki de bundan sebep, kahveye, hele de çaya tutkunluğum malum da olsa, eşimden dostumdan çay ya da kahve içme teklifi alınca değil, en çok bir sofraya davet edilince mutluluktan katlanırım. Samimiyetin bir tık üstüdür çünkü sofralar. Bir çaya ya da kahveye on cümle sığarsa misal, bir yemek sofrasına bin cümle sığar. Gördüm, bildim, yaşadım. Tersine nasıl inanayım?
Emekle ve çok isteyerek kurduğum çatı katındaki bu yaşamın en büyük bedeli cansuyu kadınım anneannemden uzak düşmek oldu. Lakin uzaklıklar sadece dokunmaya engel. Benim çatı katında, eşim dostum çaya kahveye değil de yemeğe davet ediliyorsa en çok, evimin merkezi ufacıklığına tezat mutfağımsa, o mutfaktan çıkan lezzetler mideden çok kalpte kalıcı izler bırakıyorsa, sofranın etrafındaki insan sayısı kadar katlanıyorsa gülümsemelerim, anneannemin hala benimle, bu evde yaşıyor olmasındandır. Varsın aramızda İstanbul-Datça arası kadar bin kilometreye yakın bir mesafe olsun.
Cansuyu kadınlarınız bol olsun!
YORUMLAR