Okulsuzluk yolunda (3. Bölüm)

Catherine Baker, kızı Marie’yi okula yollamamış. Marie on dört yaşına gelince okula yollamama gerekçelerini ona anlatmak için Zorunlu Eğitime Hayır! adlı kitabını kaleme almış.


Baker, kitabında; okulun, devletin kendine köle yetiştirmek için organize ettiği bir kurum olduğunu, yetişkinlerin bu köle eğitiminden başarıyla geçtikleri için bunun farkına varamadıklarını söylüyor. Ona göre okul, ana-babaları çalışırken çocukları gözetim altında tutar, toplumsal-iktisadi makinenin işlemesi için gerekli olan bilgileri onlara öğretir; itaati aşılar, eler ve rolleri dağıtır.


Baker, okulun; bazılarını “iyi” bazılarını “kötü”, bazılarını zeki” bazılarını “ahmak” olarak sınıflandırdığını ve daha da önemlisi, ‘‘zengin olmayı hak edenler’’ ile fakir olmayı “hak edenler” arasındaki ayıklamayı da yaptığını söylüyor.


Zorunlu eğitim sisteminin öğrenmeyi değil, okulda öğrenmeyi zorunlu tuttuğunu belirten Baker; “Neden bu zorunluluk altı ile on altı yaş arasındaki insanlara getiriliyor? Peki, neden bu mekân sınıflara ve bir bahçeye bölünüyor?” sorularına ise şu yanıtları veriyor: “Zamanın seçimiyle ilgili gerçek çok açık ve kimse bunu saklamıyor zaten; çünkü altı ile on altı yaşları arasındaki ‘‘bir çocuğun zekâsı istendiği gibi yoğrulabilir” yani şu “ağaç yaşken eğilir” ya da mührün hemen iz bırakabileceği yumuşacık mum düşüncesi. Diplomaları da alınca, mühürlenmiş kafalar bir mektuba dönüşecek ve hemen işverenine postalanacak. Mekânın seçimine gelince…"Sınıfta yaşayan bir insan, zorunlu olarak ortak bir mekânda yaşar.”


Edmond Gillard başka gerçeklikleri de ortaya koyuyor ve bu ortak mekânda bayağılaşmanın sağlandığını ve bir denetim aygıtının işletildiğini belirtiyor. Michel Faucault da bu mekânı etkili bir biçimde betimliyor. "Bu o kadar ilginç bir ortam ki düşünceden önce beden biçimlendirilmeye çalışılıyor burada: Uygun görülen saatlerde oturuluyor, kalkılıyor, yemek yeniyor, kaka ve çiş yapılıyor, uyunuyor.”


Geçtiğimiz günlerde bir dost meclisinde gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden birisinde konu yine okula geldi. İlkokula yeni başlayan çocuklar üzerinde okuma-yazmayı, öngörülen zaman diliminde öğrenme konusunda nasıl bir baskı oluşturulduğuna ve öngörülen zamana değil de kendi zamanına uyan çocukların ve ailelerinin nasıl bir çaresizlik yaşadıklarına bir kez daha yakından şahit oldum. Durum gerçekten çok vahim. Çünkü bu çocuklar ötekileştiriliyor ve kendilerinde bir problem olduğuna inandırılarak, uzmanlara yönlendiriliyorlar.


Catherine Baker, yukarıda bahsi geçen kitabında konuyla ilgili şu satırlara yer veriyor: “Bütün psikologlar, okumayı öğrenmek için en uygun yaşın altı olduğunda birleşirler” dendiğinde, hiç kimse buna itiraz etmiyor. Bu konuda uzmanların benim safça sorularıma verebildikleri tek yanıt şu oldu: “Bilimsel olarak kanıtlandı.” Oysa İsveç’te çocukların yedi, sekiz, hatta dokuz yaşlarında okumaya başlatıldığında, öğrenme sürecinde karşı karşıya kalınan zorluklardan büyük bir bölümünün aşıldığı gözlemlenmiştir… Ne zaman “bilimsel olarak tanıtlanmış” bir olaydan söz edilse o olaya kuşkuyla yaklaşıyor, tanıtlamada hangi ölçekten yararlanıldığını, bunun kesin değerini, bu ölçeği kimin saptadığını, kimlerin ve hangi amaçlarla bundan yararlandığını bilmek istiyorum.”


Okulsuzluğa dair yazdığım ilk yazıda zorunlu eğitimin çıkış amaçlarına kısaca değinmiştim fakat dinlediğim yeni hikâyelerin de etkisiyle bu yazımda konuya daha geniş çaplı bir yer ayırmak istedim. Nihan Kaya, İyi Aile Yoktur adlı kitabında Thom Hartmann’ın The Edison Gene: ADHD and the Gift of the Hunter Child (2003, Edison Geni: DEHB ve Avcı Çocuğun Yeteneği) kitabını Türkçeleştirdiği bir bölüme yer veriyor. Bakın, modern eğitim nasıl ortaya çıkmış?


“1700’lerin sonundan 1800’lerin ortalarına kadar, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’ya muazzam bir sosyal dalgalanma damga vurdu. Amerika’da çiftçiler ayaklanarak dünyanın en güçlü imparatorluğunu devirdiler. Fransız köylüleri de ayaklandı; kral ve kraliçelerinin başlarını kestiler. Bugünkü Almanya’nın bir parçası olarak düşünebileceğimiz Prusya, o güne dek kendisini dünyanın en güçlü askeri kuvveti kabul etmesine rağmen, Napolyon’un liderliğinde gönüllü bir çiftçi ordusu kuran ayaktakımı karşısında bozguna uğradı.


Küçük bir tüccar sınıfı bulunsa da, o dönemde insanlar ya çok zengin ya da çok fakirdi. (Bugün anladığımız anlamda orta sınıf, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında, büyük ölçüde, gelir miktarıyla orantılı artan verginin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.) Zenginler, fakirlerin ayaklanarak başlarını kesme ihtimali karşısında giderek artan bir endişeye kapıldılar.


“Ayaktakımı’nın otoriteye boyun eğmesini sağlamak için uygulanan geleneksel yöntemler, kırbaç, darağacı ve hapis tehdidiydi. Fakat on sekizinci yüzyılda Amerika’da başlayarak on dokuzuncu yüzyıl boyunca, hatta yirminci yüzyılın ilk döneminde de Avrupa’ya yayılan ayaklanmalar, iktidar sınıflarını ve kraliyet ailelerini alarma geçirdi. Geleneksel yöntemler işe yaramıyordu; “ayaktakımı”, haklarını ve özgürlüğünü talep ediyordu. Kendilerini düşünüyorlar, politikada söz sahibi olmayı, güç edinmeyi istiyorlardı.


1760’larda, Prusya Kralı 2. Frederick ve Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa, Ernst Wilhelm von Schlabrendorff’un tavsiyesini dinleyerek, Avusturya ve Prusya’da zorunlu eğitim sistemleri geliştirdiler. Alman filozof Fichte’nin 1819’da Büyük Almanya’nın doğumu sırasında yapı taşlarını oluşturduğu sistem gibi, bu sistemin de işçi sınıfının itaat etmesini sağlamak için özel olarak tasarlanmış bazı özellikleri vardı:



1- Çocuğunu okula göndermemek hapis cezasına tabiydi, gerekirse silah kullanılıyordu:…”Ayaktakımı”nı daha eğitimli olsunlar diye zorlamak niyeydi ki? İşin aslı ise şuydu ki, bu sistemin asıl amacı, etki altında kalmaya açık olan çocukların itaat edeceği, saygı duyacağı en önemli merciin aile yerine hükümet olmasını sağlamaktı…

2- Bu eğitim sistemi bütüncül değil, lineerdi: …Alman filozoflar, iyi asker ve iyi fabrika işçisi yetiştirmek için-çünkü amaç buydu!-öğrencilerin büyük resme bakmadan, onlara ne söylenirse onu yapan, bütüncül değil lineer düşünen kimseler haline getirilmesinin elzem olduğu hükmüne varmışlardı. Eleştirel düşünme yeteneği unutturulmalı, öğrenciler lineer düşünmek üzere eğitilmelilerdi…

3- Zamana tabiydi: Bugün modern eğitim dediğimiz şeyi kuran düşünürler, Endüstri Devrimi’nin hızla yayıldığı bu çağda çocukları fabrikadaki iş hayatına daha iyi hazırlayabilmek için, çocukların bir zil sesi duyunca durmaya ve bir zil sesi duyunca yeniden hareket etmeye başlamayı, kendilerini fabrikadaki zil sesine göre ayarlamayı öğrenmeleri gerektiğine karar verdiler…

4- Notlandırmaya tabiydi: …Bu dönemdeki düşünürler, eğitim sürecinde öğrencileri eşit gören Sokratik bakışı devreden çıkardıklarında öğrenciler, okul ve okulun sistemin dar kriterleri tarafından denetlenip notlandırılmak üzere eğitim ve sosyalleşmenin seri üretim hattına dizilmiş ürünleri olarak görülmeye başlandı…


5- İngilizcede ‘‘give-and-take’’ dediğimiz karşılıklı fikir alışverişi bu sistemde ortadan kaldırıldı: …Prusyalı felsefeci Johann Hecker, otoriteyi sorgulamayan bir halk yaratmak için, çocukların okulda ‘‘ Bir soru sorabilir miyim?’’ diye sormaya mecbur bırakılması fikrini ortaya attı. ‘‘Bir soru sorabilir miyim?’’ derken, çocuklar aslında gerçekten de soru soruyor olmayacaklar, bu cümleyle birlikte el kaldıracaklardı. Böylece, Sokratik öğrenme metodunun merkezindeki fikir teatisi de ortadan kalkmış oldu.

6- Eğitimin içeriği kontrol altındaydı: ...Eğer hükümet öğrencilerin ne öğrendiğini kontrol edebilirse, onlara hükümeti sorgulamamanın öneminin kendisini de öğretebilirdi. Özetle, artık devrim yapmayı düşünmeyecek iyi vatandaşlar yetiştirilebilirdi.”




YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.