Masumiyete uzanan ellere inat

Bir varmış, bir yokmuş...


Kimin aklına gelir, ruhunun bedenine bir anda böylesine bir ölümle veda edeceğini… Onu tanıyanların-tanımayanların, onun adıyla sonsuza dek değişeceğini… İnsan yazarken utanıyor. Evet, utanıyorum. Bir insanın ölüm şekli, onunla aynı gökyüzünü paylaşan insanlar üzerinde de bir sorumluluk bırakıyor. Az ya da çok, kabul edelim veya etmeyelim.


Onlar, insan onuruna yaraşır şekilde ölmek isterdi. Ölümü önceden düşünmek, yaşarken hesaba katmak ve akla getirmek de şart değil. Herkes insana yaraşır şekilde ölmek ister.


Bu yaşamda kimin payına neyin düşeceğini asla bilemiyoruz. Bildiğimizi sanarak yaşadığımız binlerce saniyenin üzerine gelen tek bir saniye ile hatırlıyoruz, bir an sonrasını bilemeyeceğimizi… Bu kısmı, aciz hissettiğimiz ve gücümüzün sınırları üzerinde düşündüğümüz zorlayıcı bir yer. Şokun ilk zamanları… Haberin uyandırdığı duyguların sonrası ise bu dünyada insan olma sınavımızı verdiğimiz aşama. Elbette bu sınavın her an içindeyiz. Ancak zorlu sınav diyebileceğimiz bu yer hem kendimize hem de gidene karşı sorumluluğumuzun had safhada olduğu bir alan.


Sınav, bu ortak yası nasıl yaşadığımız konusu ile yakından ilişkili. İlk şoku yaşarken kendi faydamıza hareket etmek değil, ölenlerin anısına zarar vermemek öncelikli. Peki, kendi faydamıza hareket etmek ne anlama geliyor?


En sonda söyleyeceğimi en baştan söyleyeyim. Hayatını kaybetmiş bir insanın fotoğrafını paylaşmadan önce iki kere düşünmek elzem. Hele ki bir çocuk ise… Bir tepki dalgası üretimine katıldığını unutmak ve fotoğraf neyi anlatıyor diye düşünmeden paylaşmak, yerini bulmayacak olan bir dalgaya ortak olmaktan başka bir işe pek yaramıyor.


Fotoğraflar, hikayeler “Ya ben de orada olsaydım? Onun yerinde ben olabilirdim.” şeklindeki üstü örtülü korkulara temas ediyor. Bu korku elbette ki insanın kendi yakınlarına, diğer masum insanlara yönelik olası tehlikelerle de ilgili. Ancak burada ayrımı iyi yapmak gerek. Bir çocuğun fotoğrafını paylaşmak, hiç seçim hakkı olamayacak bir haldeyken hikayesiyle, ismiyle onu korkuyu yaymanın bir aracı hatta ne yazık ki malzemesi haline getirebiliyor.


Bu tarz paylaşımlar “ya beni de en masum yerimden vururlarsa?” korkusunun adeta ekrana düşmüş hali de olabiliyor. En sevimli, en masum haller göz önüne konmazsa sanki duygular da yerinden kıpırdamıyor. Paylaşırken birçok insan bunları düşünmüyor elbet. Üzüntü duyuyor, suçluluk ve sorumluluk hissediyor, korkuyor, bir şeyler yapmak istiyor. İnsan acıyı paylaşarak da sağaltıyor, kabul. Öğrendik ki “Başın sağolsun” dileğinin aslı “başın sağalsın” şeklinde söylenenmiş. O hesap. Paylaştıkça kendimizi sağaltıyoruz. Bu da oldukça insani elbet. Ama insani olanı iyileştirmek de bizim sorumluluğumuz.


“Nasıl kıydınız bu yavruya?” diye sorarken kime sorduğumuz… Kamuoyu oluşturmaya hizmet ediyorsak bunu hangi araçlarla ve nasıl yaptığımız… Bunları düşünüyorum iki-üç gündür. Kendimi bu konuda değerlendirirken, “Tepkim neye hizmet edecek?” sorusunu tekrar tekrar soruyorum. Kendi egoma hizmet etmeden nasıl işe yarar bir tepki ortaya koyabileceğimi düşünüyorum. Bazen tepkimi kendi içimde yaşıyorum ve başka türlü bir eyleme döküyorum. Bu, insan olma yolculuğumda iki ileri, bir geri gittiğim yer. Kendimden örnek gösterme sebebim, bu yolculuğun hiç de kolay olmadığını her yeni günde yaşamam…


Tepki oluşturmak, kamuoyu yaratmak, korkusuzluğu göstermek istiyorsak şayet, aktif ve istikrarlı eylemi hayatımızın bir parçası haline getirmeliyiz. Bir konuda bir rahatsızlığımız varsa ve bugüne kadar herhangi bir adım atmadıysak, en derin korkularımıza temas etmedikçe harekete geçmiyorsak kendimize hak da görmemeliyiz belki, ne dersiniz? Aksi halde ikindide cenazeye, akşam düğüne katılan siyasetçiden pek de farkımız kalmaz. “Hayat bu” diyemeyiz çünkü rüzgâr nereden esiyorsa ona göre tepki göstererek değil, rüzgârın eseceği yönü hesaplayarak bilinçli eylemlerle bir şeyler değiştirebiliriz. Boyumuzu aşar gibi görünen şeylerin çoğunda, zamanında dahil olmadığımız karar alma mekanizmalarının etkisi olma ihtimali yüksek. Benzer her durumda “Bunda benim ne sorumluluğum olabilir?” diye düşünmek beni de gerçekten yoruyor. Ancak bir kartopunun büyümesini izlemek, gün geliyor bir insanlık suçu ile aynı gökyüzünün altında olma şokunu beraberinde getiriyor. İşte orada, olan olduktan sonra yapabileceklerimiz üzerinde bir miktar kontrol sahibi olabiliriz.


Sosyal medya ortamında bir fotoğrafın on binlerce kişi arasında yayılması saniyeler alıyor. Virüs gibi. Bir kişiden bulaşan virüs 10 kişiyi hasta ediyor, o 10 kişi de 100 kişiyi... Bu sebeple çok özenli olmamız gerekiyor. Yaşamakta özenli oldukça, ölenleri de özenle uğurlamış olabiliyoruz. Bir nebze…


Topluma yoğun duygular yaşatan, dolayısıyla tepkilerine ve davranışlarına etki eden olaylarda bireylerin bilinçli hareket etmesi elbette kolay değil. Ancak tam da böyle olaylarda bireysel bilinci aktif tutmak önemli. İnsanların çoğu, böyle zamanlarda en acıyan yerlerinden harekete geçiyor. Bir veya birkaç kişi, yarım yamalak bilgiler ve 1-2 fotoğraf ile zinciri başlatıyor. Çünkü, ancak bir kız çocuğunun en şirin hali duyguları harekete geçiriyor. Bir şeylerin yerinden oynaması için ancak çok büyük bir darbe gerekiyor toplumun duygu kolonlarına. Kolonlarda çatlama olmazsa çürük bina yıkılamıyor. Peki, doğrusu bu mu?


Artık itiraz etme şansı olmayan o insanın; toplumun korku, dehşet, üzüntü, suçluluk vb. gibi duygularını rahatlatma nesnesi haline gelmemesi için dikkatli olmak gerek. İnsanlar masumiyete uzanan elleri lanetlerken, duyguların en yoğununu temsil eden bir fotoğraf ile haykırsa da o fotoğraf, artık hayatta olmayan bir insana ait. Artık bir önemi de yok belki, ölüm her şeyin ötesinde kapkara bir acı bırakıyor, o insan artık topluma malolmuş gibi de kabul edilebilir ama burada biraz yavaşlamak gerekiyor. Ölenin bir hatırası var. Acıyla baş etmek ise hala hayatta olanların payına düşüyor.


Gerçekten korkmadığımızı, terörü üretenin niyetini gördüğümüzü ortaya koymanın yollarından biri de acıyı işleme üslubumuzla ilişkili. Terör kelimesinin kökü “korkutmak” anlamına geliyorsa şayet, “Korkmuyorum. Senin korkunu ise bal gibi görüyorum.” demenin de çeşit çeşit yolu var. Diğer türlüsü, sadece korkutulmuş olarak kalmak olur ki asıl istenen de bu.


14 Kasım Dünya Sosyologlar Günü’ydü. Bir sosyolog olarak toplumun genelini gözlemlediğimde şu sonuca geliyorum ki her yol bireyin kendi özdüzenleme becerilerine çıkıyor. Birey toplumdan ayrı değildir. Birey kendi duygularını düzenleyemediğinde toplum da sağlığını kaybeder. Sağlıklı ve dirayetli bir toplum, güçlüklerden birlikte çıkmayı bilir. Birlikte çıkalım.


Facebook Yorumları

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.