8 sene önce bir doğumhane ve ben
8-10 sene önce Almanya’dan Türkiye’ye geldiğimde yeni uzman olmuş bir kadın doğum uzmanı ve 20 haftalık gebe idim. Almanya’da sezaryen oranı %19 olan bir klinikte uzmanlık yapmıştım ve 5 sene boyunca çalıştığım yer, yoğun bir eğitim araştırma hastanesiydi. Günde genelde 4-5, bazen 10 doğum olan doğumhanede 8 saatte bir değişen 2 ebe ve 24 saatte bir değişen bir asistan ve fiilen bulunur, bir uzman ve bir asistan doktor da icapta evde beklerdi. Her gebeye bir oda verilir, yanında aynı anda birden fazla olmamak koşuluyla yakınları olurdu. Doğumların tamamı ebe kontrolünde olur, asistan sadece öğrenme maksatlı mevcut bulunurdu. Bir patoloji olduğunda uzmanı çağırırdık ve ilk müdahaleyi yapardık. Uzman doktor geldiğinde ebemiz bir hemşire gibi bize yardımcı olurdu, ama patoloji yokken doğumhanede ebe ne derse o olurdu. Doktor olarak bizi bilgilendirirler, gerisine karıştırtmazlardı. Zaten bütün gebelere ilk gelişte bir doktor muayenesi yapılarak öngörülebilir bir risk olup olmadığını belirlenmiş oluyordu.
Bu koşullarda uzman olup gelmiş 20 hafta gebe olarak benim için doğumun tek şekli vardı: "doğum"! Bunun normali anomali ayrımını hiç yapmamıştım o güne kadar. Doğum kendiliğinden olan fizyolojik bir beden fonksiyonudur. Doğum sırasında bir terslik yaşanırsa gerekli ilaçlar, müdahaleler veya sezaryen ameliyatı ile doğum tamamlanır. O zamanlar ne sezaryen oranı diye bir tartışma vardı ne de ben Türkiye'deki doğum koşullarından haberdardım. Çömelip doğuruverdikleri için Türkiye'den gelen gebeleri çok severdik Almanya'dayken, buradaki doğum hakkındaki tek imaj buydu ve ben Türkiye'de çalışırken bolca güzel doğum göreceğim diye seviniyordum.
Denklik işlemleri için beklerken yeni çalışma koşullarımı öğrenmek ve meslektaşlarımla tanışmak üzere bir doğumevine gittim. İçeri girmemle başlayan şoku fiziken 1 hafta yaşadım. Tüm etkisini de hala atlatamadım. Atlatmak da istemiyorum zaten. Doğumların güzelleşmesi adına yapılan çalışmalarda yer almama sebep olan temel motivasyonum bu.
Gördüklerimi yazacağım birazdan ancak okumadan önce bilmenizi isterim ki, bu gözlemin gerçekleştiği doğumhane dahil nerdeyse her doğumhanenin koşulları aradan geçen 8 senede çok değişti. Hedeflenen çok çok daha güzel koşullar. Benim bu yazıyı yazmamın sebebi bu hedeflere daha hızla kavuşulması ve değişmesinin öneminin anlaşılarak, az ile yetinilmemesi için bazı şeylere dikkati çekmek.
Sene 2007, bir ilde bir doğumevi gözlemim:
Doğumhaneye sadece gerçekten doğumu başlamış gebeler alınıyor. Daha öncesi ya hastaneye yatış yapılmıyor ya da gebe serviste takip ediliyor.
Doğumhanenin içinde uzunca bir koridor, bir muayene odası bir travay odası ve bir doğum bölümü var. Ayrıca ameliyathane girişi de doğumhaneden.
Travay odasında anca sığdırılmış 9 yatak, dokuzunda da bir gebe yatıyor. Tek başlarına. Ve yatıyorlar. Yer yokluğundan koridorda yukarı aşağı volta atan gebeler var. "Yer yokluğundan" kısmı kötü olsa da "yürüme" kısmı güzel aslında. Ama bana cezaevi koridoru imajı uyandırıyor. Zaten ailenizle vedalaşıp giriyorsunuz doğumhaneye, bir daha da görüşme ve haberleşme şansınız çok kısıtlı. İçerdeki 2-5 personel, doğum yapan 20 kadına yardımdan vakit bulursa ya da çok acil bir şey olursa mümkün ancak. Zaten aşağıda bekleme salonu var, havaalanlarındaki uçak iniş durumlarını aktaran tabelalara benzer bir panodan yakınınızın durumunu takip edebiliyorsunuz.
2 saatte bir genel muayene saati. Doğumhanedeki tüm gebelerin durumu tek tek sorumlu doktora anlatılıyor ve doktor da gidişat hakkında bir yön çiziyor. Buraya kadar güzel. Günde 50 doğum olan bir yerde tıbbi işler ancak böyle rutinler ile yürür. Ancak muayene tarzı bana bir fabrika bandında işlem gören ürünleri andırıyor: Muayene odasında 3 jinekolojik masa yan yana. Üçünün de üstünde bir gebe, muayeneye hazır yatıyor. En baştakine ekip yaklaşıyor. Ebe, gebenin kim olduğunu, doğumhanede ne kadar süredir olduğunu, daha önce neler olduğunu vs. anlatıyor, NST’sini gösteriyor. O sırada doktor muayene ediyor, bulgusunu söylüyor, biri de söylediklerini dosyaya yazıyor. Doktor eldivenini çıkarırken ebe ile görüşerek nasıl devam edileceğini konuşuyorlar. Alınan karar dosyaya yazılıyor. Sonra ekip yandaki gebeye geçip aynı işlemi onun için tekrarlıyor. Onlar geçerken ilk gebemiz giyiniyor. Yerine yenisi geçiyor. Gebelerin arasında paravan olsa da masada yatan gebelerin açık bacaklarının önlerinden geçmek gerekiyor. Dolayısıyla mahremiyet sıfır. İlginç bir şekilde bunu tek takan benim gibi gözüküyor, sesimi çıkarmıyorum, zaten sadece gözlemciyim.
Gebe tam açık olduğunda diğer bir odaya, doğuma alınıyor. Orada da aynı fabrikasyon devam ediyor. Biri ıkın diyor, biri doğurtuyor, biri bebeği alıp giydiriyor, bir başkası bilgileri yazıyor, anne de (tekerlemedeki serçe parmak gibi) "hani bana, hani bana" diyor.
Bebek gidiyor, anne bacaklar askıda dikişinin bitmesini bekliyor. Doğum yapılan oda, 9 kişinin yattığı oda ile aynı büyüklükte. 5 jinekolojik masada 5 kadın, birbirlerinin en özel bölgeleri birbirine dönük vaziyette doğum yapıyor. Arada perdeler var ama çektiğiniz zaman çalışacak yer kalmıyor. Ses izolasyonu da haliyle mümkün değil.
Ara sıra gelip tansiyonu ölçmek ve kanamasına bakmak dışında, doğum yapmış kadın ile ilgilenen yok. Kötü niyetten değil, ebelerin kendi başlarını kaşıyacak vakitleri yok. Ama az önce bir canı dünyaya getirme mucizesini yaşamış kadın coşkusu yok doğuranda.
Bu arada masaya alınan gebe hızla doğurtulmak zorunda. Çünkü arkadan gelenler var. Doğumun kendi temposunu bekleme şansı yok. Her şey hızla bitmeli. O yüzden nerdeyse her gebenin kolunda suni sancı takılı. Gebeler de hızla doğurup o yerden hayırlısı ile çıkmanın peşinde. Hep bir "bir avazda kurtulma" meselesi var. Oysa doğum uygun koşullarda yapıldığında "doğurdukça doğurasım geliyor" bile dedirtme potansiyeli olan bir olay.
Bu koşullarda ebeler ve doktorlar dünyanın başka yerlerindeki meslektaşlarının 5-10 katı yoğunlukta ve imkansızlıkta harikalar çıkarıyorlar. Herkes gebeye yardımcı olmak için çalışılıyor. Sağlık çalışanlarına sorsanız onlar da istemez mi, günde 3-5 bilemedin 10 doğum olsun, hepsiyle tek bir odada bire bir ilgileneyim, zaman baskısı olmasın... Oysa olan şu günde ortalama 50 kişinin doğuma geldiği bilinen yere sunulan ortamlar bu şekilde. Akıl ve beden sağlığınızı korumaya çalışarak nöbetlerini atlatmaya çalışıyorlar.
Bu vaziyeti görünce dedim ki:
Ben böyle doğuracağıma sezaryen olurum!
Bunu kendime yaptırmam!
O zaman kadar gördüğüm tüm doğumlarda bir sükunet bir sakinlik vardı. Bebeği karşılama anı benim için öyle kutsal bir andı ki, bazen işim bitince çıkar dışarı ağlardım. Ama bu gördüklerim "doğum" değildi. Evet bir şekilde bebek anne bedeninden çıkıyor ama kesinlikle doğum bu değil. Ben böyle doğurmam. Kendime reva görmediğim bir şeyi de hastama yapmam!
"... yapmam!" dedim ama kendimi mecburi hizmette daha az olsa da yoğun bir doğumhanede benzeri koşullarda buldum.
Bu koşullar düzelmedikçe, istediğiniz kadar doktoru sezaryen yaptığı için cezalandırın, sezaryen oranı değişmez. Doğumu teşvik etmek lazım. Doğumu da bir kadını az çok bu koşullar beklerken teşvik edemezsiniz.
Oysa beklenen doğum sayısına uygun birebir ebe bakımı verecek odalar ve personel sağlamak çok zor ve masraflı değil. Sadece kadınlara "nasılsa bi şekilde doğuruyorlar" mantığı ile bu koşulları reva görmemek lazım. Elbette robotik cerrahi gibi ileri teknoloji tedavilere de ihtiyacımız var ama en az onlara harcanan kadar emek ve bütçeyi doğuma harcamamak kadına gösterdiğimiz değeri yansıtıyor. Doğum fizyolojik bir olay olabilir ama anne bebek sağlığını koruyucu tedbirler teknoloji gerektirmese de kaliteli iş gücü gerektirir. Ebeler desteklenmeli, tüm doğum çalışanlarının sorunları çözülmelidir. Sonuç olarak düzelmiş hizmetin göstergesi olarak sezaryen oranı düşer. Tersten bakarsak bir şey değişmez.
YORUMLAR