Her yetişkinin içinde “dışarı çıkmak” için ağlayan bir çocuk var
Geçenlerde internette bir video dolaşmaya başladı; metroda müzik yapan kişileri hayran hayran dinleyen ve sonra bir anda bale yapmaya başlayan küçük kız. Onu izlerken sizce de dünyadaki tüm kötülükler birkaç dakika için durmadılar mı? Peki o küçük kız zaman zaman sizin içinizden de çıkıp bale yapmak istemiyor mu? Peki ne oldu da yapmıyoruz, yapamıyoruz, ne oldu da biz bu ciddi, katı, öfkeli, depresif yetişkin bedenlerinde sıkışıp kaldık? Büyümekten korkan çocuklarla karşılaşmak tesadüf olmasa gerek bugünlerde...
Var olan bütün psikoterapi yaklaşımlarında öyle ya da böyle yetişkinin içindeki çocuk ile (yani gerçek benliğiyle) karşılaşmasının ve onun sesine kulak vermesinin yeri vardır. Özellikle işlevsel olmayan ailelerde büyümüş yetişkinlerde öncelik hemen her zaman içsel çocuğun iyileşme sürecidir. İçteki çocuğun “travmatik anılardan” özgürleşmesi iyileşmenin ilk adımıdır. Dolayısıyla sık sık çocuk yanın yetişkin yan ile, geçmişin de bugünle olan teması üzerine çalışılır.
Bir zamanlar hepimizin çocuk olduğunu düşündüğümüzde, kelime anlamıyla ve fiziksel olarak olmasa da hafızada ve kodlarda “bu çocuğun” hala bizimle ve içimizde olduğunu söylemek abes olmayacaktır. Ancak yetişkin zihnimiz bunu çoğunlukla bilinçli farkındalık olarak deneyimlememektedir. Dahası bunu kabul etmemek yönünde çevresinden baskı görmektedir. Çünkü olgunlaşma sürecinde sürekli olarak büyümek yönünde motive edilmiştir. Farklı yetişkinler bize sık sık “büyümemizi”, “çocukluk yapmamamızı” söylemiştir. Yetişkin olmanın içsel çocuğun (bizim saf, meraklı, korkan, neşeli, hassas ve oyuncu yanımızın) bastırılması hatta yok edilmesi olduğu benimsetilmiştir.[2] Sürekli “dur, yapma, konuşma” şeklinde ya da daha sert gelen uyarılara ise hiç girmiyorum. Dolayısıyla bugün “çocukluğa inmek” psikoterapiye atıfta bulunan bir esprinin ötesine geçememiş, günlük hayatta kendi çocukluğuna inen, onunla bağ kuran yetişkinler sıklıkla garipsenmiştir. Hatta durum öylesine vahim bir boyuta taşınmıştır ki, bugün pek çok yetişkin bir çocukla nasıl konuşacağını, nasıl oynayacağını, onunla baş başa nasıl vakit geçireceğini bilemediğini, çocuklardan korktuğunu ifade etmektedir.
Oysa ki o uzaklarda aranan “çocuk dünyasına açılan kapı” her yetişkinin bizzat içindedir. Bugün istediği bir şeyi alamadığında çok üzülen yetişkin, aslında çocukken istediği bir şey alınmayan çocuk haliyle kol kola girmiş ikisi için birden ağlamakta, isyan etmektedir. Dolayısıyla aslında pek çok davranışsal, duygusal ya da ilişkisel zorlukta bu bilinçli olarak farkında olmadığımız, yok saydığımız, bağlantıyı kopardığımız içsel çocuğun eşliği vardır.
Psikolojik açıdan yetişkin olmak yaş almayı değil, farkında olmayı, kabul etmeyi ve sorumluluk almayı içerir. Kendinin bir anda 40 yaşında mutsuz bir adam haline gelmediğini bilmek, geçmişten bugüne uzanan hikayeyi görmeyi, dolabın içinde sessizce oturan çocuğa kapıyı açıp hayatının bir parçası olmaya davet etmeyi içerir. Buradaki tek yetişkin sorumluluğu bu daveti (tıpkı bilinçli bir ebeveyn gibi) güvenli bir ortamda yapmayı içerir. Çünkü içsel çocuk neşesi, merakı, oyunculuğu kadar, öfkesi, korkusu, hayal kırıklığı ile de gelecektir. Ve bizim onu “ne kadar kabul ettiğimiz”, onun bizimle ne kadar kalacağını belirleyecektir.
Bu noktada bugün günlük hayatınızda yaşadığınız zorluklarda, sıkıntılarda neye ihtiyaç duyduğunuzu (ki bu sıklıkla güvende olmak, sevilmek, kabul edilmek, korunmak, anlaşılmak gibi temel ihtiyaçlardır) anlamak, bunun yetişkin dünyamızdan mı yoksa çocuk dünyamızdan mı gelen bir ihtiyaç olduğunu ayırt etmek önemlidir. Çünkü biz yetişkinler olarak genelde başkalarının bizim çocuk dünyamızdan gelen ihtiyaçlarımızı görüp karşılamasını bekleriz. İşte burada adalet terazisi bozulmaya başlar. Bizim geçmişte karşılanmamış ihtiyaçlarımızı bugün birlikte olduğumuz kişilerin karşılamasını beklemek onlara haksızlıktır. Bu hayal kırıklıkları ile yüzleşmek ve olanlarla halleşmek “bir yetişkin olarak” bizim almamız gereken bir sorumluluktur. Tadı acı olan bu ilacı içmek önce belki acı bir tat verecek sonrasında ise iyileşmeyi getirecektir, yetişkinin yaşam deneyimi bu sabrı verecektir. Bu sayede her yetişkin er ya da geç kendi kendine “yeterince iyi ebeveynlik” yapmayı öğrenecektir. Kendi içlerindeki çocuğa ebeveynlik yapanlar ise yeryüzündeki en iyi ebeveynler olacaklardır.
Alice Miller “Yetenekli Çocuğun Dramı” kitabında terapistin gözünden içsel çocukla bağlantı kurmak için şöyle diyor: “Deneyimlerimizden ruhsal rahatsızlıklarla mücadele ederken her zaman kullanabileceğimiz çok önemli bir araca sahip olduğumuzu öğrendik. Bu araç tek ve benzersiz olan kendi çocukluk öykümüzün gerçeğini duygusal yönüyle kavrayabilmemiz, duygularımızla ona ulaşabilmemizdir... Fakat yanılsamalardan kendimizi tümüyle kurtarabilir miyiz? Her yaşam yanılsamalarla doludur; bu da, sanıyorum, gerçek bize çoğu zaman dayanılmaz göründüğü içindir. Yine de gerçek bizim için o denli vazgeçilmezdir ki, ona varamamış olmayı ağır rahatsızlıklarla ödüyoruz. Bu nedenle uzun bir süreç sonunda bize yeni bir özgürlük alanının kapılarını açıncaya kadar, acı vereceğini bilerek gerçeği keşfetmeye çalışıyoruz. Ya da buna katlanamayıp yalnızca bilişsel düzeyde bir kavrayışla yetiniyoruz. Fakat böyle yapınca da yanılsamaların alanından kurtulmamız mümkün olmuyor”.[3]
Kaynaklar
Başlık: Capacchione, L. (2012). Sanat Terapisiyle İyileşmek. Kaknüs Yayınları.
[2] Diamond, S. A. (2008). Essential Secrets of Psychotherapy: The Inner Child. https://www.psychologytoday.com/blog/evil-deeds/200806/essential-secrets-psychotherapy-the-inner-child
[3] Miller, A. (2013). Yetenekli Çocuğun Dramı. Profil Yayıncılık
YORUMLAR