Matthew sinirlenince

Kasırga “Matthew” yüreğimi ağzıma getirdi bu hafta. Annem ve ikizim ordaydı ve evimizin tam üstünden geçiyordu yolu. 4-5 şiddetinde olduğunu duyunca, aniden içimi büyük bir korku sardı. 11 sene önce Kasırga “Wilma” sırasında ordaydım çünkü ve o şiddetli rüzgarların nasıl her şeyi alt üst ettiği gözlerimle görmüştüm. Evlerin ve arabaların üstüne devrilen koca koca ağaçlar,uçan damlar, damsız kalınca ya da uçan bir cisimle camı kırılınca, rüzgarın gücüyle yerle bir olan evler, kesilen ve günlerce gelmeyen elektrik, tam takır hale gelen süpermarketler, kapanan yollar. Ve tabii en kötüsü de yaralanan ve ölen insanlar…


Çok şey düşündürüyor insana böyle zamanlar. Bir anda bir sürü duyguyu birlikte yaşıyor insan. Bencilleşiyor, “Bizden atlasın da, nerde patlarsa patlasın” diyor ve bir yandan da utanıyor böyle düşündüğü için. Ama madem ki kaçarımız yok, illa ki bir yerde patlayacak, bu bizim evin orda olmasın diyor insan doğal olarak.


Çok şükür ki, aileme ve dostlarıma bir şey olmadı, evimize zarar gelmedi. Matthew, öngörülen bölgeye değil, “aklının estiği” yere iniş yaptı ve durum böyle olunca da en büyük zararı görecek olan bölge olmaktan kurtulduk. Kasırganın gözü olan bölgelerde yaşayanlara çok üzüldüm tabii, ama ne yalan söyleyeyim, derin bir oh çektim fırtınanın ertesi günü ve şükür duygum ağır bastı.


Aslında ne kadar çaresiz olduğumuzu hatırlattı bana bu fırtına. Günler öncesinden, gelişi, rotası ve gücü saptanıyor, gerekli önlemler alınabiliyor ama tam o gün geldiğinde yine de hiç bir şey bilmiyoruz. Bir anda hızı çoğalabiliyor, bir anda yön değiştirebiliyor ve soluğumuzu tutup izlemek kalıyor bize de. En büyük zararı insanlardan gören Toprak Ana, gücün kimde olduğunu, kafamıza vura vura bir kez daha bizlere hatırlatıyor. Çaresiziz, onun elindeyiz, bir nefesiyle can verebiliyoruz isterse.


Maddenin hiçbir önemi kalmıyor. En pahalı arabalar havada uçup gidiyor, en ufak detayına kadar zevkle döşenmiş olan saray gibi malikaneler yerle bir olabiliyor. Ya da ailesini kaybeden bir zengin, bomboş evinde yapayalnız kalıp en büyük fakirliği yaşayabiliyor. Doğal afetler, önceliklerimizi tekrar belirlememiz için uyarıyorlar bizi aslında. Hızla gelip geçen hayatlarımızı bir kez daha gözdengeçirmemiz için soluklanıyoruz.


Mala mülke olan düşkünlük, biriktiren ve atamayan zihniyeti de köşeye sıkıştırıyor böyle durumlar. Evin bahçesinde, balkonunda, etrafında tehlike oluşturabilecek, uçup camı kırabilecek tek bir cisim bile kalmaması gerekiyor, her şey içeri yığılıyor haliyle. Zaten dolu olan ev, daha da doluyor, eşyaların içince boğuluyor insan. O zaman da “Bunca eşyaya ihtiyacım var mı hakikaten?” sorusu gündeme geliyor.


“İhtiyaç” yok tabii, bal gibi biliyoruz hepimiz. Japonların minimalist yaşamlarına bir kez daha hayran kalıyorum düşündükçe. Yaşadıkları depremler, onların hem yaşam şekillerine hem genlerine yansımış belli ki. Yalın, temiz, ferah ve kalabalıktan uzak ortamlar yaratıyorlar kendilerine. Yaşam alanları, “yaşam” odaklı, eşya değil. Her şeylerini bir anda kaybetseler de, her an yeniden başlayabilecek kadar “hafif “ yaşamayı seçiyorlar. Bir fincan çay içmeyi ritüel haline getirmeyi de bilen bu güzel insanlar, anda olmayı çok önceleri öğrenmişler.


Dediğim gibi, önceliklerini doğru tayin etmek önemli... Anda kalmak, belki de yarına çıkamayabileceğimizin bilincinde, saf bir yürekle sevmek, maddeye değil ruhani olana yatırım yapmak, olur olmaz şeyler için sevdiklerimizi kırmamak ve kendimizi üzmemek, hayatta hiç bir şeyin garantisi olmadığını unutmamak ve her yeni günün kıymetini bilmek.


Duygusallaştım, dağıldım yine biraz ama iyi de oldu. Matthew sağ olsun...


Sevgiyle kalın…



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.