Sürgün

Gözlerine sürülmüştü orada kadınlar*


Sürmeleri kara kadınlar vardır. Gözlerinden sürgün kadınlar... Bu kadınlar kendilerini kendi gözleriyle görebilmek için gözlerine kara kara sürmeler çekerler. Ayak bastıkları birer kara parçası olur gözleri onlar için. Ne zaman kendi gözlerine ayak basar kadınlar, o zaman öğrenirler elleriyle kendi yaralarına merhem karmayı. O zaman merhemi tanırlar, yarayı tanırlar, ellerini kullanmayı öğrenirler. Bir başkasına ellerini kullanmayı öğretirler. Yaraya bakabilmenin, yanmaktan usanmadan yanmaya devam etmenin ve ateşten ve sudan ve külden ve yaşamın özündeki canlılıktan bir simyacı özeniyle kendi merhemini karmanın yollarını öğretirler. Sürmeleri kara kadınlar kendi bakışlarına kavuşmak için öğrendiklerini, bakışını arayanlarla paylaşırken ayak bastıkları kara parçalarından bir memleket oluşur. Bu memleket zamanla yüce yüce dağlarıyla anılır: anne dağı, baba dağı, evlat dağı, dost dağı, eş dağı, aş dağı... Sonra bu dağlar birleşir adı yeniden konulur: Öz Dağları. Gözlerinden sürgün edilen kadınlar, içindeki Öz Dağları'na tırmanır; tırmanırken rüzgarla, sıcakla, açlıkla, yorgunlukla terbiye olur bedenleri. Gözleri içine açılır zamanla. Öz Dağları, üzerinde yürümeye devam edene kendi gücünü gösterir. Yürüdükçe güçlenir, yürüdükçe iyileşirsin, yürüdükçe görmeye başlarsın. Gözlerinden sürgün değilsindir artık. Artık özü tanır, insanı anlarsın; iyileşirsin.


Gecelerden bir gece. Ensem, omuzlarım, sırtım, zaman zaman belim... Otuzlarında bir kadının bunca ağrısı nereden gelir? Gecelerden hafta sonuna bağlanan bir gece. Farklı farklı hastalıkları bedeninde misafir eden arkadaşlarım ve öğrencilerimin iç seslerini işitiyorum. Gecenin dudakları ortadan ikiye açılıyor ve anlatıyor adeta. Gözlerimi kapatıyorum ve geceye karışıyorum. Gece, Leyla, annem... Annem şöyle derdi: Kapalı kapıların ardında hangi hikâyeler yaşanıyor, kim bilir... Anneannem şöyle derdi: Kimbili gızım ya kimbili. Onun annesi ne dermiş bilmiyorum. Anneannem de bilmiyor, annem de. Otuzlarımda bir kadınım; anneyim ve yenice anlıyorum ki annem yalnızca anne değilmiş, anneannem de anneanneden ibaret değilmiş mesela. Kadınmış onlar da. Her kadın gibi hikâyelerle doluymuş yaşamları.


Sabahlardan bir sabah, gece gündüze el veriyor. Üç senedir uykularım pamuk ipliğinde, uyanmak ve uyku arasında tül perdeler var. Geçişler sık ve kolay. Kerem seslenmişti az evvel. Yanındaki yastığa başımı koydum. Kerem'in nefes alışverişini ve sabahı müjdeleyen ezanın sesini dinliyorum. Komşum sabah namazına uyandı belli ki, duvar onun uyanışının sesini odamıza taşıyor. Komşumun sesine içimin konuşmaları eşlik ediyor. İçim usul usul anlatıyor, ben içimi dinliyorum. "Dün duygusu yoğun bir gündü. İlk görev yerimde tanıştığım, öğretmenliğe adım atıp yaşamın farklı hikâyelerini işittiğim, içimin dağlarına sırtımı yasladığım yıllarımdan bir öğrencim kuş olup mahalleme kondu. Uzun yollardan ve uzun yıllardan geldi. Diyor ki: "Annem bizden hiç vazgeçmedi. Bizi terk etmedi annem." Öğrencimin içindeki dağlar, vaktiyle seslendiği ne varsa yankısını duyurdu bana. Yankısına kulak yasladık, gözlerimiz buğulandı. Aynı anda gözlerimizde buğu bırakacak denli ortaktı yaşadıklarımız. Yıllardan önceye gidip aynı anda izledik anneleri, çocukları, kadınları, erkekleri. Aynaların iki ayrı yüzünü, şehirlerin gecesini ve gündüzünü. İçimden seslendim öğrencime: "Özündeki dağlar da terk etmemiş seni Mehmet. Yaşama, annene sarılır gibi sarılmışsın."


Kerem üstündeki battaniyeyi sağa sola bırakıyor. O açıyor, ben örtüyorum. Uyuyanın üstüne kar yağarmış. Evimiz göğe yakın. Perdeleri açtım, göğün beyazı odamıza şavk oldu. Dün gönlünde yer ettiğim için şükrettiğim bir büyüğüm bana sorular sormuş, "Hayatının anlamını bul." demişti. Ne zor bir soru. Günün sonunda eve geldiğimde sakince oturmaya ihtiyacım vardı. Öylece duvarları izlemek; bunca hatıranın, sorunun, duygunun dalgalarının kıyıya süzülüşünü izlemek istedim. Uyuyamadığım gecenin seher vakti, şöyle anlatıyor şimdi: "Bu soruların yanıtları buralarda işte: bir evladın gözlerinde, bir evladın nefesinde, bir evladın ellerinde, bir evladın düşlerinde... Hepimiz, hepimiz evladıyız bir başka annenin."


Yaşantılar böyledir, herkes birbirinin bir boşluğuna yanıt olur. Anlamak ve anlaşılmak uğruna gemiler yakılır, turnalar uçurulur. En anlaşıldığın yerde aşkın cayır cayır yanan ocağı gelip tutuşturuverir gönlünü. Ocak yanarsa yangını, sönerse külü deneyimlersin. Sevda en büyük yangının üst üste yığılmış külleriyle bırakır seni. Fark etmez sevdanın muhatabı; kadın, erkek, çocuk; eş, sevgili, dost... Anlaşıldığın, özünde yer etmiş kim varsa varlığı da yakar, yokluğu da. Sevdanın iyileştirici merhemiyle tanıştıysan bir vakit ve bir başka vakit o sevdaya uzanıp onu tutamadıysan, o sevda bir tsunami olur çarpar içine içine. Sevda kıldan ince, kılıçtan keskin... Kendi ellerinden tutmayı, kendine şefkatini sunmayı bilmiyorsan sevda senden çekildiğinde savaş alanına döner için. Sevdanın varlığı merhem, yokluğu savaş alanı. İşte o vakit savaşın dili olur dilin, savaşı konuşur dudakların. O öfkenin ardındaki yarayı gör. İçinde açılan yaranın merhemini kendi ellerinle hazırlayacaksın. Yaşam sana ellerini kullanmayı zaman zaman seni yalnızlaştırarak öğretir. O yalnızlığın içinde zümrüdüanka olmaya, küllerini sevmeye ve oradan doğrulmaya davet eder seni. İyileşmeyi böyle öğrenirsin. Ellerin kendin için merhem ürettiğinde... Merhemi tanırsın, yarayı tanırsın. Parmak izi gibidir insanların yarası. İzi farklı olsa da parmak ortaktır. Bir parmak bir parmağı nerede görse tanır.


Sürmeleri kara kadınlar vardır. Sürgünü gözlerindendir. Bu kadınlar kendilerini kendi gözleriyle görebilmek için gözlerine kara kara sürmeler çekerler. Yaslanacak bir dağdır onlar için yaşamlarından kardığı merhemler. Kimi evladıyla sınanırken tırmanır Öz Dağları'nı, kimi sağlığıyla sınanırken, kimi parasıyla, kimi yoldaşıyla... Sınavlar zamanla zorlaşır. Bu zorluklar yürümeye mecbur bırakır insanı. Öz Dağları'nı tırmanırken güçlenir kasların, yürümeye devam etmen gerektiğini bilerek yürümeye devam edersin. Herkesin merhemi herkesin merheminden gayrıdır. Sen kara gözlerine kavuştuğunda, annen bebekliğinde hep yanındaymış gibi hissedersin. Annen öyle sarılır ki sana, o derin sevginin hasretliğini çekmezsin. Öz Dağları'nda yeni yeni sürgünler verir bakışların. Sürgünlerin ormana karışır, yaşama karışır. Sürgünlü dağların anlatır sana; seni, sizi, insanı.


Sürüldüğün yere git, memleketini bul, gözlerine ve dağlarına kavuş; sen kavuştuğunda annelikten ibaret olmadığını anlayacaksın. Annen de değildi, anneannen de. Gözlerinden sürülmüştün. Gözlerini buldun. Sonra dağlarınla tanıştın. Ve dağlarında ormana karışıyor sürgünlerin. Gecelerden bir başka gece.


*Didem Madak, Paragraf Başı





YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.