Mavi
Küçükken iyi bir yüzücüydüm. Suya balıklama dalmada, serbest stil yüzmede maharetliydim. Suyun derinlerinde kulaç atmaktan haz alırdım. Derine dalmayı bilir, avuçlarımda kumu hissedebilir, vakti geldiğinde de kolayca yüzeye çıkabilirdim. Suyun içinde uzun süre nefessiz kalmak, suyun yüzeyinde nefes almak kadar kolaydı benim için. Bir zaman sonra suya dalmaktan korkar oldum. Katıldığım bir yüzme yarışmasında suyun yüzeyinde kalmaya devam etme çabam beni yavaşlatmıştı ve birincilik getirdiğim dalda dereceye dahi girememiştim.
Nedenini bilmediğim derinlik korkusu ömrümün ilkbaharına rastlıyor. Bu korkuyla birlikte ilerleyen yolculuğum senelerce sürdü. Derine dalsam betona çarpacakmışım, kaybolacakmışım, suyun içinden gelen bir el beni tutup çekecek ve beni bir zincire bağlayacak, onun bağladığı zinciri hiç koparamayacakmışım... Böyle hissettim, derinden korktum. Suyun derininden, ormanın derininden, sevginin derininden, içimin derininden...
Oysa suyun derinleri aynı zamanda suyun hazinesidir. İçinde türlü balıkları, mercanları, yosunları, farklı büyüklüklerdeki taşları; gizemi, bilgeliği, tutkuyu taşır. Sığ sularda mavinin türlü tonlarını göremeyiz. Ben, içimdeki mavinin tonlarını görmekten korktum.
Ömrümün ilkbaharında, bizim kadınların hayat hikâyelerini duyardım. Derindeki hazineyi tanımaya hakları yoktu onların. Bizim kadınlar da bütün kadınlar gibi sevilmek istediler. Sevmek, sarılmak istediler. İki kalp yan yana gelsin de yekpare olsun istediler. İstedikleri oldu mu? Olmadı. Ne oldu onlara? Cümleye özür dileyerek başladılar, gözyaşı bezleri kurudu, ağlayamadılar. Kansere yakalandılar, darp edildiler, ömrün sonuna doğru da unuttular. Yaşamlarının çoğunu unuttular ve hatırladıkları birkaç anıyla her öğünde yeni bir söz sofrası kurdular. Yeniden, ilk defaymış gibi... Bizim kadınlar aynaya bakınca suretlerini görmediler. Gördükleri yüzü tanıyamadılar. "Ben kimim?" gibi soruları sormadılar. Sorsalardı su bulanırdı, kuyunun kapağı açılırdı, mağarada saklı şifacı kendini hatırlatırdı. Bizim kadınlar buna cesaret edemediler. Sustular, sözcükleriyle duyguları birbirine sarıldı, kördüğüm oldu. Kör bir düğüm... Sessiz bir çığlık... Canım bizim kadınlar okumak, meslek edinmek istediler; olmadı. Güzel seven adamlarla evlenmek istediler. Evlendikleri adamlar sevmeyi bilmiyordu. Sevilmemiş adamlardan sevgi beklediler, beklediler, beklediler... Adamlar bildikleri gibi sevdi. Adamların geniş omuzlarını taşıyan iri gövdeleri, bizim kadınları gölgesinde dinlendiren bir ağaç olabilirdi, olamadı. Gölgesi dahi korkutan bir deve dönüştü heybetli gövdeleri. Adamlar dudaklarını araladığında yerli yersiz gürlediler. Gök gürlediğinde dahi kocaları sandı da saklanacak yer bulamadı bizim kadınlar. Evlerinin içi güvenli değildi, evlerinin dışı güvenli değildi, onlar da güvenmediler. Yaşama, eşlerine, kendilerine... Özü hür olamayanın sözü hür olur mu? Daha kadınlığa adım attıkları ilk gün kendilerinden büyük ve önemli kişiler(!) gelip dudaklarının arasına açılmaz tabelası çaktılar. Ağzını mühürlediler bizim kadınların. Ben onların ağızlarındaki mührün, gözlerindeki yaşın hikâyesini dinleyerek büyüdüm.
Mavinin tonlarını tanısalardı o adamlarla evli kalamazlardı. O diyarlarda yaşayamazlardı. Etraf sarıydı, gökyüzü karaydı ve onlar orada kaldılar. Dilleri sustu, bedenleri konuştu. Belleri, sırtları, mideleri, gözleri konuştu. Bir dinleyenleri olmadı lakin ben duydum.
Ömrümün ilkbaharında yüzeyde yüzmeyi, ürkek kulaç atmayı, korkuyu ve dinlemeyi öğrendim. Aradan geçen senelerde akan yaşamı uzaktan izledim. Denizin kıyısında oturdum, dostluğun kıyısında oturdum, aşkın kıyısında oturdum. Oturdukça bir bal mumu koydum önüme, avuç avuç kapladım derimi. En çok da yüzüme sürdüm. Yanaklarıma, alnıma, dudaklarıma, boynuma... En çok da gözlerimin etrafına sürdüm. Gözlerim görmesin istedim. Gözlerim görmedi. Yaşam devam etti, ben denizin kıyısında kumdaki taşlarla oynadım. Yaşam devam etti, bizim kadınlardan nefret ettim. Yaşam devam etti, kendimden nefret ettim.
Bir gün havasız kalmış, tozlu bir çatı katında yıkıntının ortasında bir masal buldum. Masalın siyah, iri gözleri vardı. Beni gözlerine bakmaya zorladı, baktım. Orada bir kapak, altında bir kuyu, içinde bir mağara, bahçesinde saklanmış bir şifacı kadın... Ormanın derininde, ruhun derininde, aşkın derininde... Masal, beni kendini anlatmaya zorladı. Bu masalı anlatmak, denizin yüzeyinde kalamamaktı. Kıyıda geçen senelere lanet ettim, kuyunun kapağını kaldırdım, mağaraya girdim, bahçede oturup siyah gözlere baktım. Bana dil mührünü kırmanın sırrını fısıldadı. Bizim kadınları bir bir çağırdım bahçeye. Gönüllü olmadılar ama geldiler. Yaşamak için o bahçeye gelmekten başka çareleri kalmamıştı. Her birinin gözlerine baka baka anlattım. Anlattıkça üzerimdeki mumdan bir katman soydum. Ayaklarım kumda, dizlerim ıslanacak kadar girdim denize. Yetmedi bir daha anlattım, bir adım daha attım. Kumdan ayaklarımı kaldırmamla, bahçeye kadın erkek başka başka insanları toplamam bir oldu. Bahçe, dil mührü güçlü insanların aynı anda çarpan kalpleriyle doldu. Bahçeden tek bir ses duyuluyordu. Bir bebeğin annesinin rahmindeki suda canlandığında çıkardığı ses; kalbin sesi, yaşamın sesi, umudun sesi. Yüzümdeki mumları bazen benim ellerim, bazen bahçenin şifacısı, bazen bahçenin diğer sakinleri soydu. O zaman derine açıldım işte. Korktum ve daldım, korktum ve yüzdüm, korktum ve sevdim. Bizim kadınların aksine, ben güzel seven bir adamla evlendim. Sevmeyi ve sevilmeyi biliyordu. Bilmediklerimi bana öğretti.
Bahsettiğim bizim kadınlar belki benim atalarım. Belki senin de ataların... Merhaba, ben de düğüm çözen, mühür kıran, tabela kaldıran, kuyuya dalan, mağaradaki şifacının gözlerine bakanım. Merhaba ben anlatmanın türlü yollarını deneye deneye bulanım. Dinleyen, gören, susan, fark eden, anlatanım. Gücümü bizim kadınlardan aldığım için sesim gür çıkıyor. Kuyuya dalıp, içimde saklı masalları bulup anlattığım için özüm günden güne hürleşiyor. Üstelik arayıp bulduğum, peşine düşüp öğrendiğim ne varsa öğrettiğimden, yazdığımdan, söylediğimden beridir bizim kadınların yaraları iyileşiyor. Bundan şüphe etmiyorum artık. Bizim kadınlar için yapabileceğim şey sesimi hür, özümü gür hâle getirmek. Kendime yaklaşmak; aynaya baktığımda suretimi tanımak, güzel sevmek, güzel seven kocamın kalbini öpmek. Yaşama güvenmek, umutlanmak, sevgiyi çoğaltmak, oğluma, kardeşime güzel sevmeyi öğretmek.
Anlatmaya layık bulduğun bir hikâyen var mı? Yaşamını zihninin içinde mi sürdürüyorsun, canlı kanlı içinde misin hayatın? Rüyalarını, gündüz düşlerini, dilinin söylediğini, kulağının duyduğunu, gözlerinin gördüğünü fark ediyor musun? Yoksa bihaber misin sana olanlardan? Sevdiğin renklerin, duyduğunda kalakaldığın şarkıların, adını anmadan gün geçirmediğin insanların, adımladığını düşlediğin sokakların ayırdında mısın? Hepsinin içinden öylece geçip gidiyor musun yoksa bir bir topluyor musun yaşamın içindeki hikâyeleri?
Bence toplamak lazım, anlatmanın yollarını bulmak lazım. Ben bulmaya ve buldurmaya gönül verdim. Çünkü bizim kuşağın kadınları, iliklerine kadar şiddete maruz kalmış nesillerin çocuklarıdır. Coğrafyamız kendini tanıyamadan, anlayamadan, varlığından utanarak ömrünün sonlanmasını bekleyenlere yurt olmuştur. Bu coğrafyada atadan miras cümlelerin pek çoğu "aman!" diye başlar. Hayallerin izini sürmek dikenlerin üstünde yürümeyi gerektirir. Kanarsın...
Bir sabah uyanırsın, her şeyini kaybetmişsin... Kelimelerin vardır, çığlığın vardır, suskunluğun vardır. Hepsinden birer lokma atarsın ağzına. Bir bir boğazına dizilir, dağ olurlar, anlatamazsın.
O vakit ilahi bir fısıltı dolaşır toprak ananın bağrında:
"Gökyüzüne bakmaya, umut etmeye, içindeki canlılık ateşini harlamaya mecbursun."
Bizim kuşağın kadınları da çocuklar doğurmuştur. O çocuklar büyümektedir ve gökyüzünü izlemeyi çok severler. Kaldırırsın başını, kendi elinden tutarsın. Anlatmaya çalışırsın. "Mavinin binbir tonu vardır."
"Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum" diyor Orhan Veli.
Ömrümün ilkbaharında içime işleyen derinlik korkusu geçmedi. Korkuyla birlikte devam ettim. Şimdi aynaya baktığımda bal mumunun kalın tabakasından kalanları ve yüzümü görüyorum. Gözlerimi ve gözlerimin gördüklerini görüyorum, hikâyet ederek anlatıyorum. Orhan Veli'nin şiirinin aksine ve bizim kadınların saçlarını okşayarak... Geçti kadınlarım, hepsi geçti. Bu gece huzurlu bir uyku bekliyor sizi. Nennii, nennii...
YORUMLAR