Yolculuk
Raviyân-ı ahbâr, nâkilân-ı âsâr ve muhaddisân-ı rûzigar şöyle rivayet eder, böyle hikâyet eyler ki Mezopotamya denizinin kıyısında bir şehir vardır. Bu şehrin taş evleri ve dar sokakları merdivenler üzerinde kurulmuştur. Şehrin dik merdivenlerinin ulaştığı bir saklı bahçe vardır ve bu bahçenin içinde bin ömürlük bir dut yaşar. Ağacın dalları gökyüzüne uzanır ve yaprakları âdeta göğün altındaki bir başka gökyüzü gibi bahçeyi yıldızlardan, bulutlardan ve dahi yüksek uçan kuşlardan sakınır. Bahçenin kendi kuşları, dutların ve yaprakların arasında cıvıldaşır; bahçenin kendine has şarkısını söyler.
Bu saklı bahçede; şarkıcı kuşlar, yumurta yemeyi seven bir kedi, tüyleri boyanmış iki civciv ve gülümseyen insanlar güne hep birlikte uyanır. Bahçenin kendine has şarkısı, bahçe halkının tamamının özgün sesiyle söylenir. Her gelen canlı; şarkıya bir ses, bir melodi, bir nefes katar ve buradaki yaşam bir müzikal tadında sürüp gider.
Bundan iki sene evvel, dostlarım ile beraber uzun bir yolculuğa çıkmaya karar vermiştik. Rotamızı oluşturmuş, görev dağılımını yapmış, bizi götürecek aracımızı kiralamış, konaklayacağımız yerleri bir bir belirlemiştik. Yola çıkmaya az bir vakit kala oğluma hamile olduğumu öğrendim; dostlarımız da bu uzun yolculuğa eşim ve ben olmadan çıktılar. Yolculuklarının Mardin durağındayken saklı bahçesi olan bir pansiyonda konakladılar. Sesleri, nefesleri ve masalları bahçenin ezgisine karıştı, hep birlikte müzik yapmanın ve muhabbetin tadına doyamadılar. Hikâyelerinin hikâyesini bize anlatırlarken, onların mutluluğu kalbimi genişletti.
Aradan aylar geçti. Oğlum karnımdayken güvenle seyahat edebileceğim zaman geldiğinde bahçenin kendine has şarkısını dinlemek için arkadaşım ile birlikte yola koyulduk. Dut ağacının gövdesine yaslanıp bahçeyi dinledik, şehri dinledik, Mezopotamya denizinin üzerinde uçan kırlangıçları dinledik.
Aradan aylar geçti. Oğlum doğdu, onu şarkılar ve masallarla büyüttük. Yaşını doldurduktan bir müddet sonra el ele tutuşup bu saklı bahçenin dutlarından yemeğe geldik.
Ben evim neresi sorusuna cevap ararken bu bahçenin insanları bana evimde hissettirdi. Bir sabah Kerem'i bahçede, göğsünde güneş taşıyan kadın ve sevdiceğinin yanına bırakıp odama uğramıştım. Döndüğümde gördüklerimi tüm dünyaya duyurmak istiyorum. Kerem, bebek dilinde bestelenmiş bir şarkının melodisini söylüyor; göğsünde güneş taşıyan kadın elinde bir darbukayla, sevdiceği ise bir ukuleleyle Kerem'in müziğini tamamlayacak şekilde şarkıya eşlik ediyorlar. Üçü birlikte dinliyor ve söylüyor; bahçenin tüm kuşları bu şarkıya katılıyordu.
Onların mutluluğunu izledim, oğlumun huzurunu alıp kalbime kondurdum.
Şifa neydi? İnsan insanla şifalanır mıydı? İnsan insanı tamamlar mıydı?
Şahmeran masalı bu sorularıma "evet" yanıtını veriyor. Dün gece birbirini daha evvel hiç dinlememiş üç insan, nasıl anlatılacağı akışa bırakılmış bir masalı anlatmaya karar verdik. Anlatmaya başladığımız andan itibaren içimizdeki canlılığa ve birbirimize güvenelim diye sözleştik. “Birbirimizi dinleyelim, dinleyicilerimizi dinleyelim, bahçenin şarkısını dinleyelim; bakalım bu defa anlatılan hangi Şahmeran olacak, onu dinleyelim” dedik.
Vakit gelince yan yana geldik. Kerem, bebek arabasında derin bir uykudaydı. Göğsünde güneş taşıyan kadının sevdiceği sol yanımda gitarıyla, onun kardeşi de sağ yanımda kemanıyla duruyordu. Yakın yoldan gelenler hemen karşımızda gülümserken; yanlarında oturan elleri hünerli adam bardağından kahvesini yudumluyordu. Kapıları açan kişi de sandalyesini çekip çembere katılınca birlikte tastamam olduk.
Mezopotamya denizinin kıyısında, aynı göğün altında birbirini can kulağıyla dinleyen insanlar hep birlikte bir masal anlattı. İçinde dostluğu, aşkı, yolculuğu, emeği, şifayı ve ölümsüzlüğü saklayan bir masalı. Bu saklı bahçenin masalı; Şahmeran'ı.
Derler ki kimine göre insanoğlunun ihanetini anlatır Şahmeran. Oysa bizim için şifanın ta kendisidir. Masalın sonunda gökteki dutlar birlikte masal olanların başına düşerken; beni yolculuğa çıkartan sorularımın cevabını buldum.
Ben kimim?
Evim neresi?
Nedir şifa?
Sevgili dostum, bu çağrım senin kalbine. Kalbinde canlılığını koruyan soruların varsa bir başına bir yolculuğa çık. Dünya ananın doğurduğu insanlar yoldaşın, toprağın yeşerttiği saklı bahçeler evin, aynı göğün altında kurulan çemberler de şifan olur.
Bugün bizim için bu denizden ayrılma vakti. Yolculuğunuz sizi buraya getirirse sizin için açılacak kapıları görmeye niyet edin. Her şey olması gereken zamanda, olması gereken yerde çoktandır olur gider. Bilinmezliğin bilgeliğine güvenebilirsen yaşam sana hediyelerini sunmak için hazır bekliyor. Vesveselerinden arın, özüne teslim ol; yaşamın bir nehir gibi akmasına ve bu akışın bir parçası olmaya izin ver.
Mezopotamya denizinden ayrılırken yazımı Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil şiiriyle sonlandırmak istiyorum.
“Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.”
YORUMLAR