Adıyla Gelen’in Söylencesi
Başlangıçta müzik vardı.
“Sonsuz güneş üzerinde parlasın
Tüm sevgi seni sarsın
İçindeki o saf ışık
Sana yol göstersin*
…”
O müzik sonsuz bir sevgiydi. Kainatı yaratan, ruhu yaşamla buluşturan sonsuz sevgi; kadının rahminden bir ev inşa etti. O ev kapılarını saf bir ışık için açtı. Saf ışık bir kan pıhtısına dönüştü. Kan pıhtısı büyüdü, büyüdü, büyüdü ve dört odacıklı yeni bir evi oluşturdu. İnsanlar bu eve “kalp” dediler. Kalp, kainatın müziğine kulak verdi. Kalbin kulakçıkları, duyduğu ritmi karıncıklarına söyledi ve kalp kendi müziğini başlattı. Rahmindeki müziği işitince bir elini kalbine, bir elini rahmine götürdü kadın; artık iki kalpliydi.
İki kalpli olduğunu biliyordu. Evinin içinde bir ev, canının içinde bir can taşıdığını; aynı bedende iki ruh olduğunu biliyordu. Elleri haber verdi ona, bedenine bir misafir geldiğini. Kalbi öyle hızlı kan pompalıyordu ki, el damarları kabarmaya başladı. “Ellerim varmış benim” dedi kadın. Toprağa dokunmak istedi. Dünyadan göçmüş ruhların bedenlerini toprak anaya teslim ettiği, ağacı kuşu bol bir diyara adım attı. Adım adım yürüdü toprak ananın bağrında. “Canları alır bedeninle sararsın, yükün boldur yine de bir ‘ah’ demezsin. Onca kalbi kabul eder, onca cana ev olursun. Susamışsındır anam, getir dudaklarını sulayayım…”
Merdivenler indi kadın, gül dallarını okşadı gözleriyle, adım adım yürürken isimlerini okudu mezar taşlarının, tek tek. Ne vakit kaldı orada bilinmez. Bir zaman sonra içindeki o saf ışık “dön” dedi. “Ayaklarına teslim ol” dedi. Ayakları bir dört yol ağzına getirdi onu. Kaldırdı başını, okudu ilk gördüğü mezar taşını: “Has Hatun burada uyuyor”
Bir derin nefes çekti içine; tatlı, huzurlu bir nefes. Oturdu Has Hatun’un yamacına. Ellerini toprağa götürdü, okşadı toprağın kuruluğunu. “Susamışsın toprak anam, getir dudaklarını sulayayım.” Yanında getirdiği suyu damla damla döktü toprağın dudaklarına. Toprak, damla damla içti suyu… Bir vakit sonra bir zeytin filizlendi topraktan. Gövdesi uzadı, uzadı, uzadı ve yaprağa durdu dalları. Yaprakların arasında siyah birer zeytin tanesi oluştu. Ellerini uzattı, parmak uçlarıyla her bir zeytin tanesine dokundu. Sıra en sonuncusuna geldiğinde, en sonuncusu tutunduğu dalı bırakıp kadının avucuna atladı. Avucundaki zeytini alıp dudaklarına götürdü kadın, önce öptü sonra yuttu. Zeytin tanesi rahmindeki yavrunun gözlerini oluşturdu.
Zeytin filizi büyüdükçe meyvesi çoğaldı; dallarında salyangozlara, karıncalara, örümceklere yuva olan bir ağaca dönüştü. Kadın sırtını ağacın gövdesine yasladı ve ağırlaşan göz kapaklarını tutmayı bıraktı. “Serin bir rüyanın hatırınadır çektiğim dünya ağrısı, bir hayalden geldim ben, bir rüya ver bana”** diye fısıldadı dudakları ve uyudu saniyeler sonra. Saniyeler sonra bir düşün içine düştü. Önce bir müzik duydu, bir kadının mırıldandığı bir ezgi… Sonra toprak titredi ve eller göründü; dans eden eller. Sonra saçlar göründü, dans eden saçlar ve bir suret; şarkısını mırıldanarak toprak anadan doğan bir kadının sureti. Zamandan eski bir suret… “Ben Topraktan Doğan’ım” dedi adına. “Hoş geldin, ben de Şarkısını Söyleyen”
Topraktan Doğan, toprak ananın gerdanına bağdaş kurup oturdu ve anlatmaya başladı:
“Sustukça konuşabiliriz, yeter ki harfsiz bir dil bulalım içimizde.”
Topraktan Doğan ile Şarkısını Söyleyen harfsiz bir dilde konuşmaya başladılar:
-Ellerimle hikâye anlatabilir miyim?
-Tabii, hatırla; anlattığın her hikâye senin kendi hikâyendir.
-Bizi de anlatabilir miyim? Kadını, anayı, toprağı, yaşamı, ruhu… Hem, birlikte geçtiğimiz hikâyelerden de birlikte sorumluyuz. Öyle değil mi?
-Öyle. Birlikte yaşayabiliriz, birlikte ölebiliriz. Yeter ki paylaş şifayı…
-Ellerimle hikâye anlatabilir miyim?
-Ellerin… Tohumları sürgün veren, sürgünleri ormana dönüşen ellerin. Ellerin birer toprak, ellerin birer anlatıcı.
-Bir şiirin var mı ellerim için?
-Var, elbette.
“Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli olur bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi…”***
-Korkuyor musun, korkuyor muyum?
-Sen kızgın çöllerin dağlara vardığı diyarda kadim bir pınardan içtin suyunu. Hişt, korkma… Hadi uyan!
Birlikte konuşmaya ve birlikte susmaya devam ettiler. Bir vakit sonra tamamlandı sessiz sohbetleri. Topraktan Doğan’ı yeniden kabul etti toprak. Kuşlar kainatın ezgisini mırıldanarak uyanmaya davet ettiler Şarkısını Söyleyen’i.
Neden sonra gözlerini açtığında akşamın kızıllığı sarmıştı mezarlığı. Şarkısını Söyleyen, zeytinin yanıbaşındaki mezar taşını okudu: “Has Hatun burada uyuyor.” “Kim uyur kim uyanık?” diye düşünerek ayağa kalktı. Geldiği merdivenlerden çıkarken gözleriyle gül dallarını okşadı. Ayaklarına teslim oldu, kulaklarına teslim oldu, zamana teslim oldu… Aradan geçen haftalarda bedenindeki misafir, bir insan yavrusuna dönüştü. Vakti zamanı gelince de bir kapıdan geçip dünyaya doğdu. “Adıyla Gelen” dediler adına. Adıyla Gelen’in gözleri iki zeytin tanesiydi, şarkı söylemeyi seviyordu.
“Şarkısını Söyleyen” ona elleriyle hikâyeler anlattı. Adıyla Gelen, dinlemeyi iyi biliyordu.
Şimdilerde Adıyla Gelen büyümekte… Her bahar el ele tutuşur ziyaret ederler Has Hatun’u, zeytini, gülleri. Topraktan Doğan her bahar konuk olur rüyalarına. Hep birlikte susar ve ezgisini dinlerler kainatın.
** Zümrüdüanka, Birhan Keskin
***Monna Rosa, Sezai Karakoç
YORUMLAR