Hypatia’lara kıymayın

Her sabah yaptığı gibi gün ağarırken uyanıp, okula gitmeye hazırlandı. Saçlarını üstünkörü taradı. Annesinin yaptığı sıcak ballı sütü içti. Keten harmaniyesinin tokalarını ilikledi. Huş ağacı yapraklarından örülmüş sandaletlerini giydi. Okula götüreceği kitaplara baktı.


O gün okutacağı “Astronominin Kanunları” kitabını aldı önce. Sonra öğlen tatilinde öğrencileri ile konuşurken söz etmeyi düşündüğü Ptolemy’nin “Almagest”ini de koydu beyaz keten çantasına.


Son anda sevgili babacığı Theon’un yazdığı “Öklid’in Elementleri” kitabına ilişti gözü. Gülümsedi. “Babacık kızar” diye düşündü ve o ağır ciltli kitabı da koydu çantasına. Apollonius’un yazdığı “Konik”leri de almayı tasarladı bir an ama sonra vaz geçti. O kitaptaki görüşlere pek katılmıyordu. Nedir, asıl nedenin Apollonius’un fiziki görünümünden hiç hoşlanmadığı olduğunu da biliyordu. Yeniden gülümsedi. “Konikler”i almadı.


Annesini, teyzesini, yengesini ve sayıları şimdi yediye dayanmış olan yeğenlerini öptü ve dışarıya çıktı.


Sıcak bir günün başlangıcıydı. Nil nehri, üzerindeki beyaz nilüferleri de yüzdürerek, sakince akıyordu. Bir mızrak boyu kadar yükselmiş olan güneş, İskenderiye’nin neredeyse tümü mermerden yapılmış evlerini, yine mermerle döşenmiş sokaklarını yakıyor, nehrin kenarındaki kamışlıklardan, pembe bir buğu yükseliyordu.


Adının yüksek sesle çağrıldığını duydu. Kalın ve kaba bir erkek sesi, “Hypatia, seni dinsiz fahişe” diye bağırıyordu.


Bu sese bir anlam veremedi. Kendisiyle bir ilişkisi olmadığını düşündü. Yine de arkasına dönüp bakmaktan kendini alamadı.


Döndü. Dondu kaldı. Ellerinde kalın sopalar ve kocaman taşlar olan elli kadar adam, “Hypatia” diye bağırarak, ona doğru koşuyordu.


Korku duymadı. Hissettiği sadece bir meraktı. Çoğunu tanıdığı bu erkeklerin, niçin kendisine “fahişe” diye bağırıp, üzerine doğru koştuklarını merak ediyordu.


Sonra adamlardan biri ilk taşı fırlattı. Ağır taş tam alnına çarptı . Elini alnına götürüp baktı ve hızla akmaya başlayan bir kan gördü.


Ne olduğunu anlayamıyordu. Kan şimdi bütün yüzünü kaplamış ve beyaz harmaniyesinin eteklerine doğru akmaya başlamıştı.


Atılan taşlar arttı.


Taşlar, Hypetia’nın her yerine çarpıyordu artık. Kızıla çalan kahverengi saçları, geniş ve bembeyaz alnı, kemerli Grek burnu, yosun yeşiline çalan gözleri bir anda kan içinde kaldı.


Çaresizce kaçmaya çalıştı. Ders verdiği kütüphaneye doğru koşmaya çabaladı. Erkek kalabalığı daha da artarak peşinden koşuyordu şimdi. Taşlar yağmur gibi yağıyor, o güzelim başına, boynuna, sırtına, bacaklarına durmadan çarpıyor ve derin yaralar açıyordu.


Kanlar içinde beyaz mermer basamakları tırmanıp, kapıya varmaya çalıştı. Kapıya ulaştı ama gücü de tükendi gitti.


Onu kovalayan erkekler yetiştiler. Gülüyorlardı. Kahkahalar atıyorlardı. Bazıları da etrafında dans ediyordu.


Sonra erkeklerden biri elindeki kocaman taşı, Hypatia’nın o güzelim başına şiddetle vurdu. Bir daha, bir daha vurdu.


O da yetmedi. Bir tanesi de elindeki büyük bıçakla Hypatia’nın boynunu kesti. Kanlar, İskenderiye Kütüphanesi’nin girişindeki beyaz mermerden yapılmış merdivenlere doğru aktı.


Hypatia öldü…


370-415 yılları arasında yaşayan, Yunan filozof, matematikçi ve astronom olan ve İskenderiye Kütüphanesi’nde felsefe, matematik ve astronomi üzerine dersler veren,doğayı; mantık, matematik ve deney ile açıklamaya çalışan güzelim Hypatia öldü.


İskenderiye Valisi Orestes ile anlaşmazlığa düşen yeni Hıristiyanların Piskoposu Cyril’in kışkırtmaları sonucunda, “dinsiz” ve “şeytan” olarak nitelendirilen tarihteki ilk kadın filozof Hyptaia, bağnaz bir Hıristiyan topluluk tarafından taşlanarak öldürüldü.


Onu taşlayarak öldüren erkekler, daha sonra Hypatia'nın parçalanmış bedenini alıp, Cinaron adındaki bir yerde “yaktılar”.


Yazar Aldous Huxley’in dediği gibi, “belki de bir başka gezegenin cehennemi” olan bu bizim dünyamızda, nice kadın Hypatia gibi öldürülüp, yakıldı.


“Suçları” kadın olmak değildi.


Onlar, biz erkeklerin dünyasında, bizlerle birlikte yaşadıkları için uğradılar tüm bu iğrenç gaddarlıklara…


Güzelim Özgecan Aslan aklıma geliyor ve bunları düşünüyorum. Özgecan’ın o uğursuz günün sabahında kim bilir nasıl da canlı bir yaşama sevinci içinde olduğunu, okulunu, sevdiklerini nasıl aklından geçirdiğini, bir an önce evine varabilmek için bindiği minübüsteki tedirginliğini düşünüyorum ve içim daralıyor.


Bu yazının başlığı “Minibüsteki Son Yolcu” da olabilirdi. Nedir, elim varmadı.


Hypatia’lara kıymayalım efendiler, ne olursunuz…



YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir lemi özgen yine yüreğimizin en derin noktalarına, zaten bir haftadır kan ağlayan o noktalarına dokunmuş. belki de bir başka gezegenin cehennemiyiz, çok doğru :(
    CEVAPLA
  • Misafir iseviliği yoksulların elinden devralan hiyerarşik din kurumu, iktidarı için tehdit olarak gördüğü, o tarihe kadar insanlığın bilim ve kültürel birikiminin odağı iskenderiye kütüphanesini ve temsilcisi aklı yakmış; insanlık bin yıl sürecek orta çağ karanlığına gömülmüştü. günümüzde de kendini dönüştüremeyen benzer anlayış, aynı o gün gibi itiraz eden kadını yakmaya devam etmektedir. bu bahiste de, yine yüreğin bam teline dokunmuş lemi ağabey. fy
    CEVAPLA
  • Misafir ...::: tebrikler...başarılarınızın devamlı olmasını gönülden diliyorum...yazılarınızı ( makalelerinizi ) severek okumaktayım...
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.