Kız Kulesi bir sevda masalıdır

İnce uzun, ışıltılı beyaz bir kızdı. Gözleri gün ışığına göre renk değiştirirdi. Sabahları, içinde kandil sarısı ışıklar gezinen munis bir yeşil, öğlen huzur verici bir Prusya mavisi, akşam boğaz suları gibi tehlikeli anaforların çakım çakım çaktığı karanlık bir yosun yatağı…


Kendini bildi bileli yalnızdı. Alışmıştı yalnızlığa. Güneş Üsküdar’daki Toygartepe’nin üzerinden nazlı nazlı yükselip, altın ışıklarıyla kentin bütün camlarını, kubbelerini, mermer sütunlarını, ağaçlarını, tozlu yollarını, çiçeklerini zerrin tozlarıyla kaplarken uyanır ve akşama kadar Marmara’nın masmavi sularını seyreder dururdu.


Sonra akşam olurdu. Güneş çok uzaklardaki Tarabya’nın sırtlarında yavaşça batardı. Yıldızlara bürünmüş bir akşam inerdi. Beyaz teknelere binmiş yorgun balıkçılar, pruvayı usturuplu bir şekilde döndürüp, kerteriz tuttukları Salacak açıklarından geniş bir tornistanla evlerine doğru dümen kırarlardı.


Yedi tepeli kentin üzerine hüzünlü bir akşam çökerken, ut, santur ve tambur sesleri birbirine karışırdı. Umutsuz sevdalara kapılmış üzgün kadınların buğulu bir sesle söyledikleri şarkılar duyulurdu.


Henüz sevdayla tanışmamış olan kız, yıldızların ışığı yavaşça solarken, yosun tutmuş kayaların üzerindeki evine girer, aşkın, sevdanın nasıl bir şey olduğunu düşüne düşüne uykuya dalardı.


Çetrefil kirpikleri kapanırken, son olarak annesinin söylediği ninniyi duyardı. Annesi, “Uyusun ay büyüsün, camlar buğulanmasın, sen uyu, uyusun bulutlar uyanmasın, ışıklar uyanmasın, camlar buğulanmasın, İstanbul uyanmasın, gemiler uyanmasın, camlar buğulanmasın” diye mırıldanırdı…


***


Derken günlerden bir gün kız aşık oldu. Kenti parıltılı bir imparatorluk moruna boğan bir erguvan mevsiminde, aşk kızın elinden tuttu.


Vurulduğu genç, tam karşı kıyıdaydı. Pera’nın biraz aşağısındaki Ceneviz mahallesinde dimdik yükseliyordu. Yiğit bir duruşu vardı. Bıçkındı, bitirimdi. Kızı kendisine bakarken ilk gördüğünde alaycı alaycı gülmüş, sonra da her zaman yaptığı gibi Karaköy limanındaki pusulasız tekneleri seyre durmuştu.


Sonra her sabah birbirlerine bakmaya başladılar. Kız ilk aşkın heyecanıyla, genç de bütün o ağır delikanlılığıyla vuruldular birbirlerine. Martılarla birlikte uyanıyor, Marmara’nın suları lacivertten maviye, köpük beyazından zakkum pembesine rengarenk dalgalanıp dururken, sessizce ve gözlerini bir saniye bile ayırmadan öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine.


Gece olup, İstanbul bir kan uykusuna dalarken de fısıldaşmaya başlıyorlardı. Fısıldıyorlardı, çünkü konuştuklarını hiç kimsenin, yıldızların bile duymasını istemiyorlardı. Kız, “Kimi sevsem, sensin” diyordu, delikanlı da “Her şeyi terk ettim, ne aşk ne şehvet, kimi sevsem sensin, senden ibaret” diye cevap veriyordu.


Seviyorlardı birbirlerini ama asla kavuşamayacaklarını da biliyorlardı. Aşkları çoktan bir meşe sandığa kilitlenmişti çünkü. Kız, küçücük yüreğiyle ağlıyordu. Annesi, “sevdadandır, aldırma” diyordu.


Delikanlı ise çaresizlikten ölümüne dair fena şeyler düşünüyordu. Yüksek Kaldırım’daki Galata balozlarında lal rengi şaraplar içip, kendisi de dahil her şeyi yakmayı tasarlıyordu.


İkisi de vahim yalnızlıklar içindeydiler. Gözleri birbirini bulduğunda, jilet mavisi şimşekler çakıyorlardı. Hasretten, ikisinin de saçları bir orman gibi tutuşuyordu. Ölünceye kadar birbirlerini seveceklerini biliyorlardı...


***


Kız Kulesi ve onun, tam karşı kıyıdaki Galata Kulesi’ne olan onulmaz sevdasından söz ediyorum. Nasıl olsa Kız Kulesi hakkında rivayet muhtelif, bir de böyle bir öykü oluşsa fena mı olur diye düşünüyorum.


Kız Kulesi’nin hikayesi çok. Hikayelerin baş döndüren çekiminden sıyrıldığımızda, ortaya tarihi gerçekler çıkıyor. Resmi kayıtlara göre, şimdiki Kız Kulesi’nin bulunduğu yere ilk kez Bizans İmparatoru I. Manuel Kommenos tarafından bir savunma kulesi diktirilmiş. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesinden sonra buraya bir kale yaptırdığı da biliniyor. Bugünkü silueti ise, II. Mahmut döneminde yapılan bir onarımdan sonra ortaya çıkmış.


Kız Kulesi’nin yani efsanelerin doğurduğu, masalcıların büyüttüğü bir Bizans Prensesi’nin, bir Osmanlı Sultanı’nın ve bir Cumhuriyet Kızı’nın kısa öyküsü özetle böyle işte.


Salacak’a yolunuz düşerse, Kız Kulesi ile Galata Kulesi’ne şöyle bir bakın. Onların o hiç bitmeyen ve bitmeyecek olan aşklarını göreceksiniz. Birbirlerine martılarla nasıl haber gönderdiklerini, birbirlerine nasıl “Ben sana mecburum, adın mıh gibi aklımda” diye şiirler fısıldadıklarını duyacaksınız.


“Birbirlerine kavuşamadan geçen bunca yüzyıla nasıl dayandılar peki” diye sormayın lütfen.


Unutmayalım ki, “ayrılık sevdaya dahil”dir…

YORUMLAR

Yorum kurallarını okumak için tıklayınız!
  • Misafir çok güzel bir yazı. her cümlesini defalarca okudum. çok beğendim. bu yazıda türkçenin en güzel cümlelerini gördüm. ellerinize ve yüreğinize sağlık.
    CEVAPLA
  • Misafir Mest oldum okurken, yüreğim titredi kaleminize sağlık..
    CEVAPLA
  • Misafir Umarim birbirlerine dunya varoldukca baksinlar,zira korkum,yuksek binalarin bu utopya da olsa aski eskimesin...
    CEVAPLA
  • Misafir lemi özgen, o yazı sınırları içine müthiş bir istanbul güzellemesi sığdırmıştır. bu yazı, kızkulesi'nin ve galata kulesi'nin insanileştirildiği, üç imparatorluğun cumhuriyete devrettiği, insanlığın ve bizlerin tarihi ve kültür mirasımız, istanbul'un bu iki yüzük taşı üzerinden, kuruluşundan beri nevi şahsına münhasır karakter ve güzellik bahşedenlere, içinde yaşayanlara saygıdır. hoyrat eller uzanmasın, bu tutkulu aşk hiç bitmesin. teşekkürler, lemi ağabey. fy
    CEVAPLA

İnternet sitemizde kullanılan çerezlerle ilgili bilgi almak ve tercihlerinizi yönetmek için Çerez Politikası, daha fazla bilgi için Aydınlatma Metni sayfalarını ziyaret edebilirsiniz. Sitemizi kullanarak çerezleri kullanmamızı kabul edersiniz.