Sırça Fanus’ta bir kelebek
Havagazı fırınını sabahtan beri belki ellinci kez yeniden inceledi. Bu defa kesinlikle başarmalıydı. Her şey dakik bir saat gibi tıkır tıkır işlemeliydi. Gazetelerde sık sık resimleri basılan, radyo reklamlarında “kullanış kolaylığı” özellikle belirtilen, döküm çelik ve galvanizli sactan yapılmış, bakır gaz borusu dışarıdaki aldatıcı kış güneşinin ışıkları altında kızıl kızıl parlayan fırını yine inceledi.
Sonra fırının kapağını açıp, elindeki terzi mezurasıyla genişliğini bir kez daha ölçtü. Mezurayı kendi başına dolayıp, kafasının genişliğini de ölçtü. Rahatladı. Rakamlar “uygundu.”
Yukarıya, çocukların odasına çıktı. Uyuyorlardı. Onları öptü. “Bakıcı kadın geç gelebilir, aç kalmasınlar sakın” diye düşünüp, telaşla mutfağa koştu. Aldığı süt şişesini çocukların yataklarının yanına yerleştirdi.
Yeniden aşağıya indi. Mutfağa gireceği sırada, duvarlardaki resimlere takıldı gözleri. Hem kendisi olan hem de hiç kendisi olmayan, kısık gözlü, sarışın, güzel bir kadınla nedense resimlerde hep “masum” görünmeyi becerebilmiş, yakışıklı bir adamın yan yana fotoğrafları.
Parklarda, plajlarda, pikniklerde, resim sergilerinde, edebiyat sohbetlerinde çekilmiş ve daha şimdiden solmaya yüz tutmuş resimler. Kendisi olduğuna asla inanmadığı sarışın bir kadınla, masum rolü oynamayı hep başarmış bir adamı yansıtan resimler.
“Ah Ted” diye mırıldandı. “Neden oldu bütün bunlar, nerede hata yaptık biz?” Hatanın nerede yapıldığının ne önemi kalmıştı ki artık? Ne demişti Ted bir şiirinde? “Başları ezilmiş tavşanlar gördüğümde yollarda/Bilirdim Samanyolu'nun büyük çarkıyla döndüğümü.”
Samanyolu’nun büyük çarkıyla dönmüşler ve artık geriye dönemeyecekleri bu noktaya savrulup gelmişlerdi işte… ABD’li şair ve yazar Slyvia Plath, kocası Ted Hughes ile birlikte çekilmiş sayısız fotoğraftan gözlerini güçlükle ayırarak mutfağa doğru yürüdü. Kim bilir, belki de bütün bu aşkı, kendisini ve kocasını “kafasından uydurmuştu”.
Acıyla gülümsedi. Kafasının iyice “karışık” olduğu bir zamanda yazdıklarını hatırladı: “Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni /Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi./Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi. /(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)”
Slyvia Plath ile İngiliz şair ve çocuk edebiyatçısı Ted Hughes, İngiltere’de tanıştılar. Slyvia bir edebiyat bursu kazanarak Londra’ya gelmişti. Tanıştılar, aşık oldular ve bir yıl içinde evlendiler. En azından başlarda mutluydular. Sonra garip, ürkütücü bir şeyler olmaya başladı. Plath durmadan bir şeylerden kuşkulanıyor, bir şeylerden kaçıyordu. Avusturyalı olan babasının gizli bir Nazi olmasından kuşkulanıyordu mesela. Ünlü bir şair olan kocası Ted’in, onu her fırsatta aldattığından da kuşkulanıyordu. Ted Hughes, önceleri Slyvia’nın durumunu pek anlayamadı.
İki çocukları vardı, yazıyorlardı ve enikonu ünlenmişlerdi. Plath artık “gizdökümcü” şiirin önemli bir temsilcisi olarak kabul ediliyordu. Hughes da, kraliyet sarayının en sevdiği şair haline gelmişti. Mutlu görünüyorlardı. Ne yazık ki, bu çok aldatıcı bir görünümdü. Plath, karanlık bir uçuruma doğru yürümeye başlamıştı ve bu yürüyüş gün güne hızlanıyordu. Karanlığın ayak sesleri çok geçmeden duyulmaya başladı. Plath, kendisinden ve hayattan bıktığını, bundan “kurtulmak” istediğini söylüyor ve bunları yazıyordu. Onun “Sırça Fanus” ve “Günlükler” kitapları henüz yayımlanmamış olduğu için, hiç kimse Plath’ın bu “hayatı bırakma” saplantısının aslında onun için gerçeğin ta kendisi olduğunu bilmiyordu. Slyvia ilk intihar girişiminde bulununca, durumun ne kadar ciddi ve korkutucu olduğu anlaşıldı. Doktorlar, testler, ta ana rahmine kadar inen psikolojik analizler.
Sonuçta Plath’a “Manikdepresif” teşhisi kondu. Bu hastalığa yakalanan kişi, ne yapıp edip, hayatına son vermek istiyordu. Plath, Hughes’u hala seviyordu ama onun kendisini aldattığından da artık kendince tümüyle emindi. Bu da onun gözünde “bu hayattan kurtulmak” için bir başka neden oluşturuyordu. Daha sonra yayımlanan Sırça Fanus’ta, “o sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür” diye yazmış olduğu görüldü. Plath birkaç kez daha intihar girişiminde bulundu. Her defasında son anda kurtarıldı.
Günlüklerinde, “yine başaramadım ama bir gün mutlaka başaracağım, o gün her şey dakik bir saat gibi tıkır tıkır işleyecek” diye yazmıştı. Akıl hastanelerindeki tedavilerden sonra biraz düzelen Plath, eşinden boşandı, iki çocuğuyla birlikte yaşamaya başladı. Az da olsa toparlanmış gibiydi ama kısa süre sonra sanrılar yeniden başladı. Hughes’u seviyordu ve onun kendisini aldatıyor olduğunu sanması, Plath’ı “çıldırtıyordu”. Sonra o 11 Şubat 1963 günü geldi. Plath o sabah yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle uyandı. Çocuklarını öptü. Onların yanlarına süt ve kurabiye bıraktı. Mutfağa indi. Havagazı fırınını yeniden inceledi. Pencereyi ve kapıyı kapattı. Gazı açtı. Ne yazık ki, bu kez her şey tam da onun istediği biçimde “dakik bir saat gibi tıkır tıkır işledi”…
YORUMLAR